DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 3 – Hainin altın çağı
Bölüm 3 – Hainin altın çağı
Rose
Malikanesi belki de William’ın 76 yıllık hayatında gördüğü
en büyük klişeydi. Eğer malikanenin önünden geçen bir insan
olsaydı, ve tabii vampirlerle ilgilenseydi, orada vampirlerin
yaşadığını ilk bakışta anlardı. Üç kişilik Rose ailesi ve
onların on hizmetçisinin dolduramayacağı kadar büyük olan bina
yaşadıkları dönemin modern dokunuşundan yoksun katı ama ince
bir gotik yapıya sahipti. Pencereler vitray ve pahalı kadife
perdelerle süslenmiş, iki kişinin sorumlu olduğu bahçeye özenle
yabani otlar dikilmiş ve binayı oluşturan taşlar istenildiği
gibi yosun tutmuştu.
Ana
binadan beslenen üç kule –her kulede bir Rose üyesi kalıyordu-
göğe yükseliyor ve gri taştan yapılmış konik çatılarla
bitiyordu. Kapı orta çağdan kalma gibi iki kanatlı ve ahşaptandı,
üzerinde de demir dövme desenler vardı. Evin önünden geçenlerin
meraklı bakışları bir yerden sonra o kadar rahatsız edici olmaya
başlamıştı ki aile etraflarına bir duvar örmeye karar vermişti.
Sanki malikanenin kalın duvarları yetmiyormuş gibi.
Birkaç
dakika önce Wale'in nedenini anlayamadığı bir şekilde iğrenç
kokan arabasından inmiş evini izleyen William biraz sonra olacaklar
için sabırsızlanıyordu. İki mezar taşından daha sıcak olmayan
ailesini tanıyordu, Wale’in aşağılanması ve yaka paça evden
atılması an meselesiydi.
“Seni
hayal kırıklığına uğratacağım ama öyle bir şey olmayacak,
beni kabul edecekler.”
Beni
ne zaman hayal kırıklığına uğratmadın ki?
“Anladığım
kadarıyla dışarıda sürtmek seni epey güçlendirmiş, zihin bile
okuyabilecek hale gelmişsin.”
Wale
güldü ve sarsak adımlarla ona iyice sokuldu. O kadar yakınında
duruyordu ki kemerli burunlarının ucu neredeyse birbirine
değiyordu. Vücut ölçüleri bile birebir olduğu için ikisi de
direk birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Zaman
durmuş gibi hissetti ve gözleri buğulandı.
Küçükken
kabus görüp uyandığında aynada kendisine bakar ve düz yüzeye
yansıyan görüntüsünün abisi olduğunu hayal ederdi. Bütün
gece abisi yanı başında yatıyormuş gibi davranır ve hatta arada
ona üşüyüp üşümediğini bile sorardı. Uzun bir süre
aynalara Wale’miş gibi davranmaktan kendini alamamıştı.
Abisinin onu hiç düşünmeden içine attığı yalnızlık
William’ı o kadar sefil şeyler yapmaya zorlamıştı ki kendinden
utanıyordu.
İşte bu yüzden gözyaşlarının nedeni sevgi ya da
özlem değil, aksine nefret ve kindi.
“Sokakta
sürtmenin
avantajları olduğuna katılıyorum.” Ciğerlerinden çıkan ılık
hava William’ın dudaklarını yalayıp geçti. Kendini ana o kadar
kaptırmıştı ki ikizinin yüzünü kaplayan hüznü fark edemedi.
“Ama dezavantajları
da var.”
William
içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Gözlerinde akmayı
bekleyen yaşlar hızla yanaklarından aşağı süzülmeye ve
boğazından yukarı zar zor tutabildiği hıçkırıklar yükselmeye
başladı. Onu
gördüğünden beri kendini tutuyordu ama ismini onun sesiyle
duymak… Bu çok fazlaydı.
Onu
omuzundan ittiği gibi dış kapıyı açtı ve olabildiğince hızlı
bir şekilde eve girdi.
“Anne!
Baba!” diye bağırdı gözyaşlarını kolunun tersiyle silerken.
Şımarık bir çocuk gibi girişte iki yana koşuştururken uzun
zamandır kaybetmediği kontrolün ellerinden kayıp gittiğini
hissediyor ve daha da sinirleniyordu. Onun gitmesini istiyordu. Bir
an önce. Kokusunu duyabildiği her saniye ona karşı ördüğü
duvarı paramparça ediyordu.
İlk
defa zaman bir vampirin aleyhine işliyordu.
İki
el onu omuzlarından tuttu ve kendine çevirdi. “Neyin var,
tatlım?” diye mırıldandı annesi endişeyle gözlerini üzerinde
gezdirirken. William onu sarmaya çalışan taş kollardan kurtuldu
ve “Babam nerede?” diye bağırdı. O kadar hızlı volta
atıyordu ki görüntüsü netliğini kaybetmişti.
“William
Rose! Hemen kendine gel!”
İşte
buradaydı.
Annesi
gibi hemen arkasında belirmektense asma katın merdivenlerinden
yavaşça aşağı inmeyi seçmişti. Babası oldum olası şaşalı
girişleri severdi. Kömür siyahı saçlarını iyice taramış ve
şekil vermişti, kirli sakalı ve giydiği takım da onu ciddi ama
aynı zamanda da sakin gösteriyordu, kırmızı delici gözleri ve
kartal gibi küt burnuysa ona korkunç bir hava katıyordu. Sanki
asırlık bir vampir olması yeterince korkunç değilmiş gibi.
William
da Wale de daha çok bir kediye benzeyen annesine çekmişti. Üçü
de altın gibi parlayan sarı saçlara, hafif çekik gözlere, ince
dudaklara ve sivri yüzlere sahipti. Çocukluğunu hatırlamıyor
olsa ikiz değil üçüz olduklarını bile düşünebilirdi.
“Baba
o dışarıda!” diye karşılık verdi. Hala bağırıyor ve
titriyordu.
Annesinin
gözlerine kalan-oğlumuzu-da-kaybettik diyen bir bakış yerleşirken
babası gür kaşlarını çatıp “Kim?” diye sordu.
William
histeri krizini iyice alevlendiren ikizine baktı, babasının
sorusundan hemen sonra içeri girmişti. İki yanı pahalı
lambalarla aydınlatılmış süslü ahşap kapının önünde ne
kadar da kimsesiz ne kadar da yabancıydı. Üzerindeki hayvan
saldırısına uğramış gibi duran yırtık kıyafetleri, dağınık
sarı saçları ve makyajıyla malikaneye ve Rose görünüşüne ne
kadar da tersti.
William
nefret ve özlem; hayranlık ve tiksinti arasında bocalıyordu.
“Sanırım benden
bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle. Kırmızı
gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve alaycılıkla
kıvrılmış dudaklarının arasından o kelimenin çıkmasına izin
verdi, “baba.”
Bu bölüm sanki daha farklıydı *-* Ay ama olsun! Teneby mizin artık bir blogu var yaşasııaağağnn *konfetiler* ♥♥♥
YanıtlaSil