4 Ekim 2015 Pazar

Will ve Wale İkizler - Bölüm 4

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 4- Kimseye güvenme

Sanırım benden bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle. Kırmızı gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve alaycılıkla kıvrılmış siyah dudaklarının arasından o kelimenin çıkmasına izin verdi, “baba.”

Babası yuvalarından fırlayacak gibi duran gözlerini karşısında duran oğlundan ayırmadan “Maryse,” diye mırıldandı kısık ama sert bir sesle. “William’ı sakinleştirir misin?”

William kendini o kadar kaybetmişti ki vahşi ve yaralı bir hayvan gibi hırıldamayla karışık
gürültülü nefesler almaya başladığını fark etmemişti bile. Annesi babasının ricasını yerine getirip onu sarmaya kalkıştığında sertçe kollarından kurtuldu. Bazı cadılar ruhlara işkence etmek için onları aynı bedene hapis ederdi, ruhlar tek bir bedene sığamadığı için öyle acı çeker, öyle rahatsız olurdu ki bedeni parçalayıp kendilerini serbest bırakmak için her şeyi yapardı. Şimdi, öylece titrerken William da bir bedene hapsedilmiş o ruhlardan biriymiş gibi hissediyordu. Ruhunu zehirleyen ne kadar üzüntü, hayal kırıklığı ve nefret varsa bedenini parçalayıp serbest kalmak istiyordu.

Wale, sen misin?” diye sordu babası emin olmak ister gibi. Wale neredeyse evi terk ettiğinden beri hiç değişmemişti, ama birinin onun kılığına girip Rose ailesine katılmaya çalışması onun eve geri dönmesinden çok daha mümkün geliyordu kulağa. William ilk defa babasını anlayabiliyordu.

Evet, baba benim,” diye onayladı kardeşi babasına doğru emin adımlar atarken. Güvenli bir mesafeye geldiğinde kanla kirlenmiş tişörtünü yukarı doğru sıyırdı ve sırtından dönerek kasıklarına kadar inen yara izini gösterdi. Aynı izin simetriği William’da vardı.

Babasının kırmızı gözleri biraz daha açıldı ve oğluna doğru sarsak bir adım attı. William babasının Wale’in kafasını bedeninden ayıracağını umdu. Ya da kalbini sökeceğini ve sonsuza kadar uyanmaması için bir yerde saklayacağını. Basit bir yumruk bile olurdu. Ne olursa olsun. William’ın tek derdi canın yanmasıydı.

Ama birkaç saniye sonra babasının amacının bu olmadığını anladı, tabii ona kemikleri organlarını parçalayacak kadar sıkı sarılmıyorsa.

Babası ona sarılıyordu.

William babasının ona en son ne zaman sarıldığını hatırlamıyordu bile.

Ayrıldıklarında “Evine hoş geldin, oğlum,” dedi mutlulukla titreyen bir sesle. Bir kolunu ona dolayıp “Bize anlatacak çok şeyin olmalı,” diye devam etti.

Bir anda girişteki tek gülümsemeyen kişi haline gelmişti. İnanamıyordu. Buna…inanamıyordu! Wale korkunç bir kavgadan sonra evi terk ettiğinde ailesi o kadar üzülmüştü ki William kendini onlara layık bir çocuk olmaya adamıştı. 76 yıllık hayatı boyunca bir kez bile onların sözünden çıkmamış, üstünde baskı kurmalarına izin vermiş ve kendi hayatının onların kurallarla kurulmuş soğuk dünyasında çözünüp yok olmasına göz yummuştu.

Bunların hepsi bir hiç için miydi? Wale geldiğinde unutulmak için miydi?

Şimdi yaşadığı acı 76 yıllık yalnızlık ne olacaktı?

Asla diğer vampirler gibi olmamıştı. İnsan kanına olan alerjisi bir yana, o dehşetten, öldürmekten ve işkence etmekten zevk almazdı. Aksine kitap okumak ve evde kalıp müzik dinlemek gibi sakin ve daha temiz hobileri vardı. Ailesi kaç kere Rose adını kirlettiği için ona kızmıştı? Kaç kere onu birilerini öldürüp bundan zevk almaya zorlamıştı? Kaç gecesini canavar ailesiyle yalnız kaldığı için ağlayarak geçirmişti?

O sıcak kucaklamayı onları bırakıp giden Wale değil, o hak ediyordu.

Sinirden tizleşmiş bir haykırış boğazını yırtıp girişe doldu ve babası ne yaptığını anlayamadan William Wale’in üzerine çöktü. Gözü o kadar dönmüştü ki babasının onu omuzlarından tutup duvara fırlatmasına kadar geçen o kısada sürede bile kardeşinin yüzünü ve kafasını taşıyamayacak hale gelecek kadar boynunu parçalamayı becermişti.

William Rose!” diye kükredi babası. “Ne yaptığını sanıyorsun?!”

Bir kenara sinmiş olanları izleyen annesinin aksine bedenini yerde toparlanmaya çalışan oğluna siper etmişti. “Sizin yapmanız gereken şeyi!” diye karşılık verdi bağırarak. “O bizi terk etti! Beni terk etti!”

Senden güçlü bir yapıya sahip olduğu için onu öldürmemi beklemiyorsun, değil mi?”

Ne?” diye fısıldadı.

Babasının dudaklarından çıkan her kelime kalbine batırılan kızgın birer iğne gibiydi, ölümcül değildi ama kesinlikle acıtıyordu. Gözlerinden akan kırmızı yaşlar tişörtünü ıslatmaya başlamıştı. “Bunca sene…” demeye çalıştı. “size layık olmaya çalıştım.”

İyi, pek başarılı olduğun söylenemez.”

Gerard,” diye uyardı annesi kızgın bir sesle.

Wale de sanki biraz önce parçalanan o değilmiş gibi parlak bir gülümsemeyle karşısında dikilmeye başlamıştı. William ne düşündüğünü tahmin edebiliyordu. Eğer yalnız olsalar çoktan “Sana söylemiştim,” demişti. Siyah tırnakları parlayan sağ elini gözlerini William’a kilitlemiş olan babasının omzuna koyup “Sana yaşadıklarımı anlatmamı istediğini sanıyordum,” diye mırıldandı.

Babasının onu küçümseyen gözleri biraz daha üstünde dolaştıktan sonra “Haklısın,” diye mırıldandı ve ikisi William’ı orada aşağılık bir varlıkmış gibi yalnız bıraktılar.

Yorgun bir şekilde annesine döndü, “Hadi, sen de git.”

William…”

Tekrar ağlamaya başlamadan önce “Lütfen,” diye mırıldandı. Ne konuşacak ne de ayakta duracak hali kalmıştı. Annesi bir şey söylemek için ağzını açsa da sonra vazgeçti ve kocasını takip edip merdivenleri tırmandı.

Annesi görüş alanından çıktığı an yere yığıldı ve gözlerinden akan kanın pahalı halıyı lekelemesini umursamadan kendinden geçene kadar ağladı.





Devamını Oku »