DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 4- Kimseye güvenme
Bölüm 4- Kimseye güvenme
“Sanırım
benden bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle.
Kırmızı gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve
alaycılıkla kıvrılmış siyah dudaklarının arasından o
kelimenin çıkmasına izin verdi, “baba.”
Babası
yuvalarından fırlayacak gibi duran gözlerini karşısında duran
oğlundan ayırmadan “Maryse,” diye mırıldandı kısık ama
sert bir sesle. “William’ı sakinleştirir misin?”
William
kendini o kadar kaybetmişti ki vahşi ve yaralı bir hayvan gibi
hırıldamayla karışık
gürültülü nefesler almaya başladığını fark etmemişti bile. Annesi babasının ricasını yerine getirip onu sarmaya kalkıştığında sertçe kollarından kurtuldu. Bazı cadılar ruhlara işkence etmek için onları aynı bedene hapis ederdi, ruhlar tek bir bedene sığamadığı için öyle acı çeker, öyle rahatsız olurdu ki bedeni parçalayıp kendilerini serbest bırakmak için her şeyi yapardı. Şimdi, öylece titrerken William da bir bedene hapsedilmiş o ruhlardan biriymiş gibi hissediyordu. Ruhunu zehirleyen ne kadar üzüntü, hayal kırıklığı ve nefret varsa bedenini parçalayıp serbest kalmak istiyordu.
gürültülü nefesler almaya başladığını fark etmemişti bile. Annesi babasının ricasını yerine getirip onu sarmaya kalkıştığında sertçe kollarından kurtuldu. Bazı cadılar ruhlara işkence etmek için onları aynı bedene hapis ederdi, ruhlar tek bir bedene sığamadığı için öyle acı çeker, öyle rahatsız olurdu ki bedeni parçalayıp kendilerini serbest bırakmak için her şeyi yapardı. Şimdi, öylece titrerken William da bir bedene hapsedilmiş o ruhlardan biriymiş gibi hissediyordu. Ruhunu zehirleyen ne kadar üzüntü, hayal kırıklığı ve nefret varsa bedenini parçalayıp serbest kalmak istiyordu.
“Wale,
sen misin?” diye sordu babası emin olmak ister gibi. Wale
neredeyse evi terk ettiğinden beri hiç değişmemişti, ama birinin
onun kılığına girip Rose ailesine katılmaya çalışması onun
eve geri dönmesinden çok daha mümkün geliyordu kulağa. William
ilk defa babasını anlayabiliyordu.
“Evet,
baba benim,” diye onayladı kardeşi babasına doğru emin adımlar
atarken. Güvenli bir mesafeye geldiğinde kanla kirlenmiş tişörtünü
yukarı doğru sıyırdı ve sırtından dönerek kasıklarına kadar
inen yara izini gösterdi. Aynı izin simetriği William’da vardı.
Babasının
kırmızı gözleri biraz daha açıldı ve oğluna doğru sarsak bir
adım attı. William babasının Wale’in kafasını bedeninden
ayıracağını umdu. Ya da kalbini sökeceğini ve sonsuza kadar
uyanmaması için bir yerde saklayacağını. Basit bir yumruk bile
olurdu. Ne olursa olsun. William’ın tek derdi canın yanmasıydı.
Ama
birkaç saniye sonra babasının amacının bu olmadığını anladı,
tabii ona kemikleri organlarını parçalayacak kadar sıkı
sarılmıyorsa.
Babası
ona sarılıyordu.
William
babasının ona en son ne zaman sarıldığını hatırlamıyordu
bile.
Ayrıldıklarında
“Evine hoş geldin, oğlum,” dedi mutlulukla titreyen bir sesle.
Bir kolunu ona dolayıp “Bize anlatacak çok şeyin olmalı,”
diye devam etti.
Bir
anda girişteki tek gülümsemeyen kişi haline gelmişti.
İnanamıyordu. Buna…inanamıyordu! Wale korkunç bir kavgadan
sonra evi terk ettiğinde ailesi o kadar üzülmüştü ki William
kendini onlara layık bir çocuk olmaya adamıştı. 76 yıllık
hayatı boyunca bir kez bile onların sözünden çıkmamış,
üstünde baskı kurmalarına izin vermiş ve kendi hayatının
onların kurallarla kurulmuş soğuk dünyasında çözünüp yok
olmasına göz yummuştu.
Bunların
hepsi bir hiç için miydi? Wale geldiğinde unutulmak için miydi?
Şimdi
yaşadığı acı 76 yıllık yalnızlık ne olacaktı?
Asla
diğer vampirler gibi olmamıştı. İnsan kanına olan alerjisi bir
yana, o dehşetten, öldürmekten ve işkence etmekten zevk almazdı.
Aksine kitap okumak ve evde kalıp müzik dinlemek gibi sakin ve daha
temiz
hobileri vardı. Ailesi kaç kere Rose adını kirlettiği için ona
kızmıştı? Kaç kere onu birilerini öldürüp bundan zevk almaya
zorlamıştı? Kaç gecesini canavar ailesiyle yalnız kaldığı
için ağlayarak geçirmişti?
O
sıcak kucaklamayı onları bırakıp giden Wale değil, o hak
ediyordu.
Sinirden
tizleşmiş bir haykırış boğazını yırtıp girişe doldu ve
babası ne yaptığını anlayamadan William Wale’in üzerine
çöktü. Gözü o kadar dönmüştü ki babasının onu omuzlarından
tutup duvara fırlatmasına kadar geçen o kısada sürede bile
kardeşinin yüzünü ve kafasını taşıyamayacak hale gelecek
kadar boynunu parçalamayı becermişti.
“William
Rose!” diye kükredi babası. “Ne yaptığını sanıyorsun?!”
Bir
kenara sinmiş olanları izleyen annesinin aksine bedenini yerde
toparlanmaya çalışan oğluna siper etmişti. “Sizin yapmanız
gereken şeyi!” diye karşılık verdi bağırarak. “O bizi terk
etti! Beni
terk etti!”
“Senden
güçlü bir yapıya sahip olduğu için onu öldürmemi
beklemiyorsun, değil mi?”
Babasının
dudaklarından çıkan her kelime kalbine batırılan kızgın birer
iğne gibiydi, ölümcül değildi ama kesinlikle acıtıyordu.
Gözlerinden akan kırmızı yaşlar tişörtünü ıslatmaya
başlamıştı. “Bunca sene…” demeye çalıştı. “size layık
olmaya çalıştım.”
“İyi,
pek başarılı olduğun söylenemez.”
“Gerard,”
diye uyardı annesi kızgın bir sesle.
Wale
de sanki biraz önce parçalanan o değilmiş gibi parlak bir
gülümsemeyle karşısında dikilmeye başlamıştı. William ne
düşündüğünü tahmin edebiliyordu. Eğer yalnız olsalar çoktan
“Sana söylemiştim,” demişti. Siyah tırnakları parlayan sağ
elini gözlerini William’a kilitlemiş olan babasının omzuna
koyup “Sana yaşadıklarımı anlatmamı istediğini sanıyordum,”
diye mırıldandı.
Babasının
onu küçümseyen gözleri biraz daha üstünde dolaştıktan sonra
“Haklısın,” diye mırıldandı ve ikisi William’ı orada
aşağılık bir varlıkmış gibi yalnız bıraktılar.
Yorgun
bir şekilde annesine döndü, “Hadi, sen de git.”
“William…”
Tekrar
ağlamaya başlamadan önce “Lütfen,” diye mırıldandı. Ne
konuşacak ne de ayakta duracak hali kalmıştı. Annesi bir şey
söylemek için ağzını açsa da sonra vazgeçti ve kocasını
takip edip merdivenleri tırmandı.
Annesi
görüş alanından çıktığı an yere yığıldı ve gözlerinden
akan kanın pahalı halıyı lekelemesini umursamadan kendinden
geçene kadar ağladı.