30 Haziran 2016 Perşembe

Bir Çiçeğin Rüyası - Bölüm 1

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!


Bölüm 1 - Le bruit


Dışarıdan gelen bir gürültü Garnier'in rüyasına ok gibi saplandığında güneş daha yeni doğmaya başlamıştı. Heyecanla pijamasının üstüne polarını giydi ve botlarını çıplak ayaklarına geçirdi. Muhtemelen kitaplarının arasında bir yerde olan fenerini arayarak birkaç dakika kaybettikten sonra nefes nefese kulübeden dışarı fırladı. Şok tabancasını unuttuğunu fark etmesi için on dakika yürümesi gerekmişti.
Tamam, kabul ediyordu: Heyecandan biraz sersemlemiş olabilirdi.
Sonuçta bu, altı aydır bekçilik yaptığı mezarlıkta duyduğu ilk sıra dışı gürültüydü.
Gerçi 'sıradışı' olarak adlandırdığı gürültü büyük ihtimalle avladığı fareyi paylaşmak istemeyen bir kediden geliyordu. En azından Garnier öyle olmasını umuyordu. Burada çalışmaya başladığından beri kendini psikolojik olarak hazırlamaya çalışsa da bir mezar hırsızı ya da katille karşılaşırsa ağlayarak kulübesine kaçacağından emindi. Asla o, her zaman dövüşe hazır olan iri kıyım çocuklardan olmamıştı. Bir ara spor yapmasına rağmen vücudu patatese batırılan kürdanlar gibi kalmayı becermişti.
Gözlerini ovuşturup bir kez daha etrafı kolaçan etti. Güneş yeni yeni yükseliyordu, gümüşi ışıklar yosun tutmuş mezar taşlarını aydınlatmaya başlamıştı. Çimenlerin ve küçük çiçeklerin üstüne düşen çiğ yeri sanki yıldızlar aşağı inmiş gibi parlatıyordu. Gökyüzü mavinin en açık tonuna boyanmış ince bir zarmış gibi parça parçaydı. Havada arada maviyi delen siyah kuşlar dışında hiç hareket yoktu. Hafif ama soğuk esen rüzgar yaprakları titretiyor ve içini nemli bir yosun kokusuyla dolduruyordu. Garnier günün ilk saatlerine bayılıyordu. Dünyanın bakir sessizliğinde kendini yaşayan tek insanmış gibi hissediyordu. Ölüler ve taşlardan oluşan mezarlığında özgür ve mutluydu.
Bir patırtı daha duyduğunda olduğu yerde dikilmeyi kesip tekrar yürümeye başladı. Bu sefer daha yakında olduğu için sesin doğudan geldiğini anlamıştı. Adımlarını hızlandırdı, botlarının derisini yüzdüğünü düşünmemeye çalışıyordu. Neden iki saniye ayırıp yatağının başına fırlattığı çorapları giymemişti ki?
Görüş alanına bir karaltı girdiğinde nefesini tutup olduğu yerde durdu. Bütün olasılıklar birden beynine dolmuştu. Bir insanın nasıl etkisiz hale getirilebileceğini düşünüyordu.
Ve tabii ondan hızlı koşup koşamayacağını da kestirmeye çalışıyordu. Gürültünün sahibine arkadan baktığı için bol gri tişörtü, yeşil pantolonu ve neredeyse beyaza çalan düz sarı saçları dışında hiçbir şeyini seçemedi. Her kimse modadan anlamıyor, diye geçirdi içinden. Sonra kendisinin üzerinde kareli bir pijama altı ve Nightmare baskılı bir tişört giydiğini hatırladı, üstelik saçları da üstüne yatmaktan bir yere yapışmış olmalıydı. Genç adam hakkında yapılan moda değerlendirmesinden habersiz mırıldanırken elindeki kasaları üst üste yığıyordu. Gürültü birbirine çarpan kasalardan geliyor olmalıydı. Garnier'in içi rahatlamıştı; onu uyandıran ne bir hırsız ne de katildi; o sadece...
Çiçek ekiyordu.
Hem de sabahın beşinde.
Damarlarındaki adrenalin geri çekilirken başını yana eğip ne yapması gerektiğini düşündü. Belki de mezarlık için bir tehlike teşkil etmediğine göre onu çiçekleriyle yalnız bırakmalıydı? İnsanların işlerine burnunu sokmayı sevmezdi, o yüzden on santim aşağılarında hangi akrabasının yattığını soracağı aptal bir konuşmaya girişmeyecekti. Hem Garnier'in ona oldukça gürültülü bir şekilde yaklaştığını duymadığına göre yoğun bir an yaşıyor olmalıydı. Tam arkasını dönüp uzaklaşacaktı ki aklına mezarlığın bu saatte kapalı olduğu geldi. Süper, diye söylendi iç sesi. Şimdi bir şekilde konuşmayı başlatması gerekiyordu.
Konuşmak için ağzını açıp derin bir nefes aldığında başına dünyanın en saçma şeyi geldi; genç adamın havalandırdığı toprak boğazına kaçtı. Şüphesiz öksürmek konuşmaya başlamanın en iyi yolu değildi, ama yine de işini görürdü. Genç adam birkaç adım arkasından gelen boğulma seslerini duyunca sıçrayarak arkasına dönmüştü.
Garnier nefes alamamasına rağmen adamın panikle onu süzen gözlerinin güzel olduğunu düşündü. Birer bademe benzeyen, altınla çevrelenmiş gibi parlayan cam mavisi gözleri vardı; gözbebekleri denizin ortasındaki bir girdabı andırıyordu. Bir an kafasının içine dolan bu maviye bir isim vermek istedi. Lavanta mavisi? Pamukşeker mavisi? Sabah mavisi? Menekşe mavisi? Hayır, böyle bir mavi için bir kelime üretilmemişti. O tam anlamıyla eşsiz ve isimsizdi.
Adam ona çiçekleri sulamak için getirdiği su şişelerden birini uzatınca minnetle şişeye sarıldı. Ancak şişenin yarısını mideye indirdikten sonra tekrar konuşabilecek hale geldi, “Teşekkürler.”
“İyisin ya?”
Başıyla hafifçe onayladıktan sonra “Ben burada çalışıyorum,” diye söze başladı beceriksizce. “mezarlık şu an kapalı.”
Adamsa onun söyledikleriyle ilgilenmiyor gibiydi, gözleri Garnier'in tam göğüs hizzasına sabitlenmişti. Sadece kuşların ve yaprak hışırtılarınnın doldurduğu rahatsız edici sessizliği bozmak için “Nightmare en sevdiğim Marvel karakteridir,” dedi. “İnsanların rü-”
“Rüyalarını kontrol edebilir.”
Garnier havanın ağırlaştığını, omuzlarına bastırdığını ve onu da gömmeye çalıştığını hissetti. Adam o kadar yorgun ve mutsuz konuşmuştu ki Garnier rahatsız olmuştu. Neyse ki adam hemen toparlandı ve “ben de çizgi romanlara bayılırım,” diye açıkladı. “Hatta çiçeklerle uğraşmaktan sonra en sevdiğim şey çizgi roman okumak sanırım.”
Kaşlarını çattı, “Sabahın köründe mezarlığa çiçek ekmek de bu hobinin bir parçası mı?”
Adam güldü, ama bu yine yorgun ve hastalıklı bir gülüştü. Fark ettirmemeye çalışarak onu tepeden tırnağa süzmeye koyuldu. Ortalama bir boy ve kiloya sahipti. Yüzünü de olağan üstü kılan tek şey gözleriydi. Beyaz teninin altından parlayan mavi-yeşil damarları, soluk renkli dudakları ve sarı saçlarıyla bir insandan çok filmlerdeki perilere benziyordu. Garnier onun çirkin mi yakışıklı mı olduğuna karar veremedi. Yüzü hakkında söyleyebildiği tek şey sağlıksız ve hüznün izleriyle dolu olduğuydu. Onu tanımayan biri bile hemen ne kadar kötü bir durumda olduğunu anlayabilirdi. Onu böylesine yıpratan şeyi merak etti.
“Sayılır; bir çiçekçide çalışıyorum, müşterilerden biri bu mezara kasalarca çiçek dikmem için neredeyse bir servet ödedi.”
Adamın arkasından küçük saksılara baktı, sadece birkaç filiz kalmıştı.
“Üzgünüm ama dediğim gibi, bu saatte buraya giremezsin.”
Adamın yüzüne bütün yorgunluğunu gölgeleyen bir tatlılık yerleşti, annesinden şeker isteyen bir çocuk gibi “Bana on beş dakika veremez misin?” diye sordu.
Bir çiçekçinin mezarlıkta on beş dakika daha kalmasına izin vermekle ne kaybederdi ki? Adrenalin ters etki yapmış ve daha da yorgun hissetmesine neden olmuştu. Tek istediği şey bir an önce çoktan soğumuş yatağına geri dönmekti. Gerçi bu isteğinin nedeni bastıran uyku mu yoksa adamdan yayılan tehditkar hava mı emin değildi. Garnier hem adamın yanında kalıp gözlerine uzun uzun bakmak hem de ondan kaçmak istiyordu.
Hayatta kalma dürtüleri daha baskın çıktı, dudaklarından bir “Pekala,” fırladı. “ama lütfen daha uzun kalma.”
“Kalmayacağımdan emin olabilirsin.”
Garnier adamın söyledikleriyle başka bir şey kastettiği hissine kapıldı ve tüyleri ürperdi. Bir kez daha başını sallayıp neredeyse koşar adımlarla kulübesine döndü.
Sonunda torunlarına anlatabileceği garip bir mezarlık anısı olmuştu.


1 yorum: