Bölüm 1 - Le
bruit
Dışarıdan
gelen bir gürültü Garnier'in rüyasına ok gibi saplandığında
güneş daha yeni doğmaya başlamıştı. Heyecanla pijamasının
üstüne polarını giydi ve botlarını çıplak ayaklarına
geçirdi. Muhtemelen kitaplarının arasında bir yerde olan fenerini
arayarak birkaç dakika kaybettikten sonra nefes nefese kulübeden
dışarı fırladı. Şok tabancasını unuttuğunu fark etmesi için
on dakika yürümesi gerekmişti.
Tamam,
kabul ediyordu: Heyecandan biraz sersemlemiş olabilirdi.
Sonuçta
bu, altı aydır bekçilik yaptığı mezarlıkta duyduğu ilk
sıra dışı gürültüydü.
Gerçi
'sıradışı' olarak adlandırdığı gürültü büyük ihtimalle
avladığı fareyi paylaşmak istemeyen bir kediden geliyordu. En
azından Garnier öyle olmasını umuyordu. Burada çalışmaya
başladığından beri kendini psikolojik olarak hazırlamaya çalışsa
da bir mezar hırsızı ya da katille karşılaşırsa ağlayarak
kulübesine kaçacağından emindi. Asla o, her zaman dövüşe hazır
olan iri kıyım çocuklardan olmamıştı. Bir ara spor yapmasına
rağmen vücudu patatese batırılan kürdanlar gibi kalmayı
becermişti.
Gözlerini
ovuşturup bir kez daha etrafı kolaçan etti. Güneş yeni yeni
yükseliyordu, gümüşi ışıklar yosun tutmuş mezar taşlarını
aydınlatmaya başlamıştı. Çimenlerin ve küçük çiçeklerin
üstüne düşen çiğ yeri sanki yıldızlar aşağı inmiş gibi
parlatıyordu. Gökyüzü mavinin en açık tonuna boyanmış ince
bir zarmış gibi parça parçaydı. Havada arada maviyi delen siyah
kuşlar dışında hiç hareket yoktu. Hafif ama soğuk esen rüzgar
yaprakları titretiyor ve içini nemli bir yosun kokusuyla
dolduruyordu. Garnier günün ilk saatlerine bayılıyordu. Dünyanın
bakir sessizliğinde kendini yaşayan tek insanmış gibi
hissediyordu. Ölüler ve taşlardan oluşan mezarlığında özgür
ve mutluydu.
Bir
patırtı daha duyduğunda olduğu yerde dikilmeyi kesip tekrar
yürümeye başladı. Bu sefer daha yakında olduğu için sesin
doğudan geldiğini anlamıştı. Adımlarını hızlandırdı,
botlarının derisini yüzdüğünü düşünmemeye çalışıyordu.
Neden iki saniye ayırıp yatağının başına fırlattığı
çorapları giymemişti ki?
Görüş
alanına bir karaltı girdiğinde nefesini tutup olduğu yerde durdu.
Bütün olasılıklar birden beynine dolmuştu. Bir insanın nasıl
etkisiz hale getirilebileceğini düşünüyordu.
Ve
tabii ondan hızlı koşup koşamayacağını da kestirmeye
çalışıyordu. Gürültünün sahibine arkadan baktığı için bol
gri tişörtü, yeşil pantolonu ve neredeyse beyaza çalan düz sarı
saçları dışında hiçbir şeyini seçemedi. Her kimse modadan
anlamıyor, diye geçirdi içinden. Sonra kendisinin üzerinde kareli
bir pijama altı ve Nightmare baskılı bir tişört giydiğini
hatırladı, üstelik saçları da üstüne yatmaktan bir yere
yapışmış olmalıydı. Genç adam hakkında yapılan moda
değerlendirmesinden habersiz mırıldanırken elindeki kasaları üst
üste yığıyordu. Gürültü birbirine çarpan kasalardan geliyor
olmalıydı. Garnier'in içi rahatlamıştı; onu uyandıran ne bir hırsız ne de katildi; o sadece...
Hem
de sabahın beşinde.
Damarlarındaki
adrenalin geri çekilirken başını yana eğip ne yapması
gerektiğini düşündü. Belki de mezarlık için bir tehlike teşkil
etmediğine göre onu çiçekleriyle yalnız bırakmalıydı?
İnsanların işlerine burnunu sokmayı sevmezdi, o yüzden on santim
aşağılarında hangi akrabasının yattığını soracağı aptal
bir konuşmaya girişmeyecekti. Hem Garnier'in ona oldukça gürültülü
bir şekilde yaklaştığını duymadığına göre yoğun bir an
yaşıyor olmalıydı. Tam arkasını dönüp uzaklaşacaktı ki
aklına mezarlığın bu saatte kapalı olduğu geldi. Süper, diye
söylendi iç sesi. Şimdi bir şekilde konuşmayı başlatması
gerekiyordu.
Konuşmak
için ağzını açıp derin bir nefes aldığında başına dünyanın
en saçma şeyi geldi; genç adamın havalandırdığı toprak
boğazına kaçtı. Şüphesiz öksürmek konuşmaya başlamanın en
iyi yolu değildi, ama yine de işini görürdü. Genç adam birkaç
adım arkasından gelen boğulma seslerini duyunca sıçrayarak
arkasına dönmüştü.
Garnier
nefes alamamasına rağmen adamın panikle onu süzen gözlerinin
güzel olduğunu düşündü. Birer bademe benzeyen, altınla
çevrelenmiş gibi parlayan cam mavisi gözleri vardı; gözbebekleri
denizin ortasındaki bir girdabı andırıyordu. Bir an kafasının
içine dolan bu maviye bir isim vermek istedi. Lavanta mavisi?
Pamukşeker mavisi? Sabah mavisi? Menekşe mavisi? Hayır, böyle bir
mavi için bir kelime üretilmemişti. O tam anlamıyla eşsiz ve
isimsizdi.
Adam
ona çiçekleri sulamak için getirdiği su şişelerden birini
uzatınca minnetle şişeye sarıldı. Ancak şişenin yarısını
mideye indirdikten sonra tekrar konuşabilecek hale geldi,
“Teşekkürler.”
“İyisin
ya?”
Başıyla
hafifçe onayladıktan sonra “Ben burada çalışıyorum,” diye
söze başladı beceriksizce. “mezarlık şu an kapalı.”
Adamsa
onun söyledikleriyle ilgilenmiyor gibiydi, gözleri Garnier'in tam
göğüs hizzasına sabitlenmişti. Sadece kuşların ve yaprak
hışırtılarınnın doldurduğu rahatsız edici sessizliği bozmak
için “Nightmare en sevdiğim Marvel karakteridir,” dedi.
“İnsanların rü-”
“Rüyalarını
kontrol edebilir.”
Garnier
havanın ağırlaştığını, omuzlarına bastırdığını ve onu
da gömmeye çalıştığını hissetti. Adam o kadar yorgun ve
mutsuz konuşmuştu ki Garnier rahatsız olmuştu. Neyse ki adam
hemen toparlandı ve “ben de çizgi romanlara bayılırım,” diye
açıkladı. “Hatta çiçeklerle uğraşmaktan sonra en sevdiğim
şey çizgi roman okumak sanırım.”
Kaşlarını
çattı, “Sabahın köründe mezarlığa çiçek ekmek de bu
hobinin bir parçası mı?”
Adam
güldü, ama bu yine yorgun ve hastalıklı bir gülüştü. Fark
ettirmemeye çalışarak onu tepeden tırnağa süzmeye koyuldu.
Ortalama bir boy ve kiloya sahipti. Yüzünü de olağan üstü kılan
tek şey gözleriydi. Beyaz teninin altından parlayan mavi-yeşil
damarları, soluk renkli dudakları ve sarı saçlarıyla bir
insandan çok filmlerdeki perilere benziyordu. Garnier onun çirkin
mi yakışıklı mı olduğuna karar veremedi. Yüzü hakkında
söyleyebildiği tek şey sağlıksız ve hüznün izleriyle dolu
olduğuydu. Onu tanımayan biri bile hemen ne kadar kötü bir
durumda olduğunu anlayabilirdi. Onu böylesine yıpratan şeyi merak
etti.
“Sayılır;
bir çiçekçide çalışıyorum, müşterilerden biri bu mezara
kasalarca çiçek dikmem için neredeyse bir servet ödedi.”
Adamın
arkasından küçük saksılara baktı, sadece birkaç filiz
kalmıştı.
“Üzgünüm
ama dediğim gibi, bu saatte buraya giremezsin.”
Adamın
yüzüne bütün yorgunluğunu gölgeleyen bir tatlılık yerleşti,
annesinden şeker isteyen bir çocuk gibi “Bana on beş dakika
veremez misin?” diye sordu.
Bir
çiçekçinin mezarlıkta on beş dakika daha kalmasına izin
vermekle ne kaybederdi ki? Adrenalin ters etki yapmış ve daha da
yorgun hissetmesine neden olmuştu. Tek istediği şey bir an önce
çoktan soğumuş yatağına geri dönmekti. Gerçi bu isteğinin
nedeni bastıran uyku mu yoksa adamdan yayılan tehditkar hava mı
emin değildi. Garnier hem adamın yanında kalıp gözlerine uzun
uzun bakmak hem de ondan kaçmak istiyordu.
Hayatta
kalma dürtüleri daha baskın çıktı, dudaklarından bir “Pekala,”
fırladı. “ama lütfen daha uzun kalma.”
“Kalmayacağımdan
emin olabilirsin.”
Garnier
adamın söyledikleriyle başka bir şey kastettiği hissine kapıldı
ve tüyleri ürperdi. Bir kez daha başını sallayıp neredeyse
koşar adımlarla kulübesine döndü.
Sonunda
torunlarına anlatabileceği garip bir mezarlık anısı olmuştu.
Güzeeeeelllll.
YanıtlaSil