13 Kasım 2016 Pazar

Duyuru

Merhaba, bunu söylemekte geciktiğim için üzgünüm ama bu sene sınava hazırlandığım için bloga yazı yüklemeyi marta kadar kesmem gerekiyor. Tabii marttan sonra benim ilgilendiğim asıl sınav biteceği için paylaşımlara kaldığım yerden devam edeceğim. Umarım ben geri dönene kadar beni unutmaz ve sayfanın bir gün tekrar canlanacağını bilerek arada bir kontrol etmeye devam edersiniz. Zaten yazabilecek fırsatlar bulabilirsem yeni bölüm yazacağım.
Anlayışınız ve sabrınız için şimdiden çok teşekkür ederim.
-teneby
Devamını Oku »

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Oceanaphile - Bölüm 4

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!


Bölüm 4 - Aile dostu
Benim olanı talep edeceğim gün geldiğinde, kimse önümde duramayacak... Seni ben yarattım sevgilim, ve Tanrı gibi seni yanıma alacağım!


Europa'nın gerçekliğe dönebilmesi için annesinin onu sertçe dürtüklemesi gerekmişti. Tekrar işlemeye başlayan beyni önce şaşkınlıktan açılmış ağzını kapattı, sonra da robotik adımlarla merdivenden inmesini sağladı. Onun aksine, Devéria hiç şaşırmış gibi görünmüyordu. Hatta oturduğu bar taburesinden kalkıp ona sıkıca sarılacak kadar ra
hattı. Güçlü kolların bedenini sarmasıyla ürperen Europa iyice sersemledi. Onu bu kadar kolay bulabileceğini hiç düşünmemişti.
"Şu haline bak, ne kadar da büyümüşsün!"
Demek Devéria onu tanıyordu... Yaşanan her şeyin daha önceden planlanmış hissine kapıldı bir an. Bir an önce onunla konuşmalıydı. Delirmeden önce sorularına bir cevap bulmalıydı.
"Europa seni hatırlamadı sanırım," diye mırıldandı babası. Oğlunun ölü bir balık kadar donuk olduğunu bir tek o görebiliyordu herhalde.
"Sorun değil!" diye şakıdı Devéria. "Nasıl olsa bir süre beraber olacağız."
Annesi ciddiyetle onayladı ve kurabiyelerle ilgili bir şeyler geveledikten sonra salona yollandı. Babası çatılmış kaşlarıyla bir Poseidon heykeli gibi mutfağın ortasında dikilmeye devam ediyordu. Yaşına rağmen sürekli yüzdüğü için koruyabildiği kaslarının şişkinliğine bakılırsa bir şey canını sıkmış olmalıydı. Devéria da hayattaki en büyük sorunu balinaların öldürülmesiymiş gibi kayıtsız bir ifadeyle kahvesini içiyordu. Sonra düşününce balinaların öldürülmesinin onu gerçekten üzebileceğini fark etti.
Mutfakta bir denizadamı oturuyordu.
Daha fazla dikkat çekmemek için sessizce tuttuğu nefesini bıraktı ve bardakların olduğu dolaba uzandı. Mavi kupalardan birine kahve doldurduktan sonra hem babasını hem de Devéria'yı görebilecek bir şekilde taburelerden birine yerleşti. İçeride garip bir gerginlik vardı. Hava o kadar ağırdı ki su solumayı tercih ederdi. Ürperdi. Su solumak, ha?
Babasını umursamamaya karar verip saçlarının altından denizadamını incelemeye koyuldu. Suyun altındaki o büyülü yaratık yerini normal, sağlıklı bir genç adama bırakmıştı. Gür bir siyah tutam neredeyse alnının tamamını saklıyor ve sol gözüne doğru inceliyordu. Saçlarıyla badem beyazı teni muhteşem bir uyum içindeydi. Europa'nın gördüğü bütün mavilerden daha mavi olan muhteşem gözleriyse en az suyun altında oldukları kadar parlaktı. Vişne kırmızısı dudakları parlaklıklarını kaybetmişti, hatta biraz kurumuş gibiydi. Devéria da bunun farkındaymış gibi süt pembesi diliyle ıslattı onları. Europa'nın bütün tüyleri diken diken olmuştu. Onu arzuladığına inanamıyordu.
Eşcinsel olduğunu bir yıl önce fark ettiği için bunu kabullenmekle ilgili hiçbir sorunu yoktu. Yanlış bir şey yapmadığını ya da hasta olmadığını biliyordu. Diğerlerinden farklı bile değildi. Sadece erkekleri seviyordu. Kendi kimliğiyle çatışmaktansa durumu kabullenmiş ve buna göre yaşamaya başlamıştı. Hatta sevgilileri bile olmuştu. Yine de karşısına gerçekten bir şeyler hissettiği biri çıkmadığı için eşcinsel olduğunu ailesine ve arkadaşlarına söylemeyi bir süreliğine askıya almıştı.
Ona kalsa bu açıklanması gereksiz olacak kadar önemsiz bir konuydu.
İnsan insandı, aşk da aşk.
Çevresinin onu böyle de seveceğine
emindi, sevmeyenlerin de hayatında kalmasına gerek yoktu.
Eşcinsellik konusunda çok rahat olmasına rağmen Devéria'yı arzulamak onu rahatsız ediyordu. Onda garip bir şey vardı... Sadece bir denizadamı olması bile yeterli bir nedendi. Şu an iki ayağı üzerinde duruyor olması Europa'nın içindeki korkuyu hafifletmemişti. Babasına döndü. Hedefe kilitlenmiş bir av köpeği gibi Devéria'ya bakıyordu. Belki de ondan nefret ediyordu? Europa daha önce babasının birine bu kadar ölümcül bakışlar attığını hiç görmemişti. Şimdi düşündüğünde kasabada yakalanan kaçak balıkçılara bile daha sevecen bakmıştı.
Devéria oflayıp kupasını ahşap yüzeye bıraktı. Sonra da yüzünü dirseklerinden güç aldığı ellerine dayayıp "Ne dersin Boris," diye homurdandı. "Hangimiz en çok sinir bozabiliriz deneyelim mi?"
Babası böyle bir cümle beklemiyor olmalıydı ki girdiği av köpeği transından çıktı. Yeşile çalan gözlerini kısıp ağzını açmıştı ki bir şey onu durdurdu. Tıslamaya benzeyen bir nefes irileşmiş burun deliklerinden dışarı çıktı ve sadece "Oğluma kötü örnek oluyorsun," demekle yetindi.
Devéria gülüp sol elini Europa'nın omzuna attı. "Bence Europa yetişkinlerin bazen kabalaşabileceğini bilecek yaşta." Sonra ona dönüp devam etti, mavi gözleri içine işliyordu. "Öyle değil mi benim küçük balinam?"
Ortam bu kadar gergin olmasa Europa lakabına gülmekten ölebilirdi, ama o an başıyla onaylamaktan başka bir şey yapmadı. Bir mayın tarlasında yürüyormuş gibi hissediyordu. Önce hangisinin patlayacağını kestirmek zordu. Keşke o da annesi kadar zeki olup atışma başlamadan önce mutfaktan tüyebilseydi.
"Gerçekten dayanılmazsın!"
Babası Europa'ya anlayamadığı kısa bir bakış attıktan sonra evden çıktı, kapıyı o kadar sert kapatmıştı ki buzdolabı süslerinden birkaçı yere düştü. Europa ışık hızıyla omzundaki elden kurtuldu ve ayaklandı. Devéria'nın dudaklarına keyifli bir gülümseme yayılmıştı.
"Burada ne arıyorsun?"
Europa sesini kontrol edememişti. Mavi gözler yavaşça onun yüzüne yükseldi, şimdi dudaklarındaki gülümsemeden eser yoktu.
"Tabii ki seni, sevgilim."
not: Bu aralar yayınevinde staj yaptığım için ve çok kötü hasta olduğum için sık sık yeni bölüm koyamıyorum ama bundan sonra biraz daha hızlı yazmaya çalışacağım. Beklettiğim için çok özür dilerim!
Devamını Oku »

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Bir Çiçeğin Rüyası - Bölüm 2

Baş not: Dün olan malum olaylar yüzünden bölümü koyamadım, bekleyen herkesten özür dilerim.

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 2 – Le cauchemar


O garip çiçekçiyi görüşünün üstünden iki gün geçmişti; her şey kaldığı yerden devam ediyordu. Garnier öğlene kadar uyuyor, sonra kahvaltı ediyor ve yatana kadar birkaç kez mezarlığı turluyordu. Yosunlar aynıydı. Öten kuşlar da. Hatta mezar taşlarının toprakla buluştuğu yerlerden fışkıran minik, narin çiçekler bile aynıydı. Aslına bakılırsa, son iki günde tek sakini ölüler olan dünyasında hiçbir değişmemişti. O yüzden Garnier'in mezarlıkta yaşayan tek insan olarak hissettiği yalnızlığa bir de değişen tek şey olmanın yalnızlığı eklenmişti.
İki gün öncesine kadar Cennet'inde yaşamaktan memnun olan Adem'di.
Şimdiyse daha fazlasını isteyen ve merak eden Havva'ya dönüşüyordu.
Son altı aydır en yakındaki market ve çizgi romancıya gitmek dışında neredeyse hiç mezarlıktan dışarı çıkmamıştı. En son biriyle ne zaman doğru düzgün konuştuğunu, televizyonda bir şeyler izlediğini ya da içinde başkalarının geçtiği bir şey yaptığını hatırlamıyordu bile. Hayatı mezarlıkta geçirdiği sessiz aylardan ibaretti. Öncesi bir boşluktu, bu da onun seçimiydi zaten.
Bir yaşayan olarak kendini ölülerin toprağına sürmüş olmaktan romantik bir zevk alıyordu.
Oysa şimdi, konuştuğu ilk insan bu seçimini sorgulamasına neden olmuştu. Çiçekçi çocuk ona insanların da aslında ilgi çekici olduğunu hatırlatmıştı. Dünya inanmak istediğinin aksine sadece çiçekler ve gün doğarken cıvıldayan kuşlardan ibaret değildi. Dışarıda insanlar da vardı. Mutlu ya da mutsuz, zeki ya da aptal bir yığın insan başına çorap geçirilmiş kediler gibi koşuşturup duruyordu.
Garnier mezar taşlarının önüne oturup altında yatan insanların hayatını hayal etmeye bayılırdı. Gününün çoğunu böyle hayaller kurarak ya da ölen insanların özleriyle büyüyen yeni çiçekler keşfederek geçirirdi. Şimdiyse kendini bir mahkum gibi, mezarlığı çevreleyen parmaklıklardan dışarı bakarken buluyordu. Sanki buraya zincirlenmiş gibi bariz bir kıskançlık ve merakla dışarıdakileri izliyordu. Başını sallayıp aklındaki düşünceleri savuşturdu. Daha fazla düşünmek istemiyordu. O mezarlığında mutluydu. Nokta. Arada bir buraya sadece insanlardan uzak olmak için geldiğini kendine hatırlatsa iyi olurdu.
Düşüncelerinden sıyrılır sıyrılmaz odanın karanlık olduğunu fark etti, güneş çoktan batmıştı. Yataktan kalkıp ışığı açmak yerine uzun uğraşlar sonunda bulup çıkardığı fenerini yaktı. Fenerden çıkan beyaz parlak daireyi odanın içinde dolaştırmaya başladı. İlk önce kapının arkasına astığı kıyafetler aydınlandı, sonra üzerinde hala mısır gevreği kutusu olan küçük masa, sonra çizgi romanlarını yığdığı köşe ve sonra...
Bir çığlık attı.
Odada bir şey vardı.
Çığlık atarken düşürdüğü fener yerde duvarlanıp yaratığın ayaklarının dibinde durdu. Suda çok kalmaktan çürümüş ve yosun tutmuş bir ten gözlerini doldurdu, tırnaklarıysa yeşilden mide bulandırıcı bir sarıya dönüşüyordu. Teninin altında dolaşan kurtçuklar fenerin ışığında parlıyordu. Yaratıktan gelen leş kokusu ciğerlerini doldurduğunda öğürdü. Korkudan hareket edemiyordu.
Bir insana benzeyen yaratık tısladıktan sonra üstüne atıldığında hareket etmeyi becerdi, son anda kurtulabilmişti. Bir kez daha çığlık atıp kulübeden dışarı çıktı. Yaratığın onu takip ettiğini duyabiliyordu. Kendi ayağına takılıp düştüğünde toparlanamadan yaratık üzerine kapandı. Yağlı saçları yüzüne değiyordu. Ay ışığının aydınlattığı yüzü asitle yakılmış gibi yaralarla doluydu ve göz çukurları bir yığın solucanla kaynıyordu. Yatsı burnunun altında başlayan ağzında kayalıkları andıran sarı dişler parlıyordu.
Çırpınıp ayağa kalkmaya çalıştı ama yaratık çok ağırdı. Başını yavaşça omzuna gömdü, Garnier'in bütün tüyleri ürpermişti. Yaratığın dişleri sağ omzuna battığında çığlık atamayacak kadar kendinden geçmişti. Fışkıran kan yanağını ıslattı. Son bir çabayla gözüne ilişen taşı yaratığın başına geçirdi. Yaratığın sersemlemesinden yararlanıp ayaklandı ve tekrar koşmaya başladı.
Karanlık yüzünden hiçbir şey göremiyordu, omzu sancıyordu ve vücudu koşmaya devam edemeyecek kadar kötü durumdaydı. Garnier en küçük hücresine kadar korku ve çaresizliğe batmış durumdaydı. Ayağı bu sefer de bir mezar taşına takıldı, ama Garnier yere düşmedi.
Buz gibi su aç bir canavar gibi bütün vücudunu yuttu. Dalgalar ardı ardına yukarı çıkmaya çalışan bedenini dibe iterken ciğerleri suyla doldu. Hareket etmesini sağlayan son hava taneciklerini de tükettiğinde çırpınmayı kesti ve küçük bir taş gibi yavaşça batmaya başladı. Kulakları uğulduyor, parmaklarının ucu yanıyordu. Hayal meyal demek boğulmak böyle bir şey, diye düşündü. Kesinlikle garip bir yaratık tarafından canlı canlı yenmekten iyiydi.
Damağına batan bir şey hissettiğinde neredeyse kendinden geçmek üzereydi. Ellerini ağzına götürdüğünde içinde kemiğine kadar batmış bir olta olduğunu fark etti. Biri onu yukarı çekiyordu. Damağında hissettiği acı tarif edilemezdi. Ağzındaki oltayı çıkarmak için yaptığı her hareket sadece iğnenin daha dibe girmesine neden oluyordu. İp onu tamamen sudan çıkardığında bembeyaz bulutlarla kaplı bir yerdeydi. Işık gözlerini kamaştırmıştı. Panikle etrafına baktı.
Bulutların üstüne konulmuş rahatsız bir sandalyede oturuyordu. İki kanatlı çocuk uçarak ona yaklaştı. Ölmüş olamazdı değil mi? Eğer öldüyse Tanrının kesinlikle berbat bir sandalye zevki vardı. İki çocuk yanında beliren masaya bir şeyler dizmekle meşgulken görüşüne bir melek daha girdi, elinde üzerinde Cehennem yazan bir kutu tutuyordu.
İki çocuk masanın önünden çekildiğinde her boydan bıçağın ışıltısı gözünü aldı. Melekler onu kollarından ve bacaklarından tutup uzuvlarını vücudundan ayırmaya başladı. Garnier bir çığlık daha attı.
Nefes nefese uyandığında güneş yeni batıyordu. Hemen omzunu ve sonra da ağzını kontrol etti, sapa sağlamdı. Kabus görmüş olmalıydı. Kalp atışları düzene girsin diye kendini tekrar yatağa bıraktı.

Sonra da uzun zamandır hiç ağlamadığı kadar histerik bir şekilde ağlamaya başladı. 

Bir sonraki bölüm 19.07.2016'da gelecektir!
Devamını Oku »

12 Temmuz 2016 Salı

Will ve Wale İkizler - Bölüm 5

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 5- Ne istediğini bil ki başına gelince üzülme


“…böylece prens ülkesine geri dönmüş ve onu bekleyen prensesle evlenmiş. İkisi sonsuza kadar bir daha hiç ayrılmamış. Hikaye de böylece bitiyor çocuklar.”

Hizmetçilerin kurduğu hamakta ikizlerini sallayan anne hikaye kitabını yanlarındaki beyaz metalik sehpaya bıraktı. Güzel, ılık bir sabahtı. Malikanenin bahçesi çocukların rahat oynayabilmesi için çimenlerle kaplanmıştı ve yer yer boy veren kır çiçekleri yeşilin üzerine değerli taşlar gibi saçılmıştı. Zarif yaylar misali bitkilerin içinden geçen güneş ışınları rahatsız etmeyecek kadar ılık ve loştu. Açan hanımellerinin kokusu her yeri sarmıştı ve dalların arasına saklanmış kuşlar en güzel şarkıları söylüyordu. Eğer inanan biri buraya girse cennette olduğunu sanabilir ve cennetin şeytanlar tarafından kuşatıldığını düşünüp dehşete kapılabilirdi.

Çocuklardan biri doğruldu. Bahar güneşinin altında tombul yanakları al aldı ve siyah saçları obsidyen gibi parlıyordu. Yuvarlak ve çocuksu yüzüyle arkadan gelen ışık birleştiğinde kiliseleri süsleyen o meleklerden birini andırıyordu.

Yani,” diye başladı konuşmaya çocukluğun verdiği coşkulu sesiyle. “bir daha hiç ayrılmadılar mı?”

Evet hayatım,” diye onayladı annesi bir yandan da başını sallarken.

Çocuk buna inanamıyormuş gibi kırmızı gözlerini iri iri açmıştı. “Hiç mi?” diye sordu emin olmak için.

Hiç.”

Çocuk uzanmış yüzünde minik bir gülümsemeyle güneşin tadını çıkaran ikizini kucaklayıp “O zaman ben Wale’le evleneceğim!” diye haykırdı. “Böylece asla ayrılmayacağız!”

Annesi neşeli bir kahkaha atarken Wale kardeşinin kollarından kurtulmak için çırpındı, kıpkırmızı olmuştu. “Saçmalama Willy,” diye homurdandı çırpınmaktan nefes nefese kalmış bir halde. “erkekler erkeklerle evlenmez.”

Ama-ama-,” William’ın dudakları o kadar titriyordu ki konuşmaya devam etmesi biraz zaman aldı. “Ben senden hiç ayrılmak istemiyorum.”

Ayrılmayacağız,” diye homurdandı Wale, kardeşinin duygusallığından rahatsız olmuş gibiydi. “seni bırakmayacağım.”

Söz mü?”

Söz.”



William’ın nefesinin boğazına takılmasıyla ağlamaktan şişmiş gözlerini açması bir oldu. Sıcak bir sıvı midesinden boğazına yükseldiğinde doğruldu ve ağzına dolduğunda gürültüyle kustu. Mide kasılmaları yerini titreyen bir vücuda bıraktığında kustuğu şeyin kendi kanı olduğunu fark etti. Odanın karanlığı yüzünden ahşap parkeler siyah mürekkeple kirlenmiş gibi duruyordu.

Titreyen eliyle önüne gelen saçlarını geri ittikten sonra kolunun tersiyle ağzını sildi ve kendini yatağa geri bıraktı. Ters giden bir şeyler vardı. Biraz sakinleştikten sonra zar zor ayağa kalktı ve kendi kanına basmamaya çalışarak odasına bağlı olan lavaboya gitti. Işığı açtığında gördüğü yansıması yüzünden neredeyse çığlık atacaktı.

Berbat haldeydi.

Her zaman soluk olan teni iyice transparanlaşmıştı ve bu neredeyse bütün damarlarının gözle görülebilir hale gelmesine neden oluyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Siyah saçlarının bir kısmı başına yapışmış bir kısmı da düzeltilemeyecek kadar havaya dikilmişti. Hafif bir titreme aynadaki görüntüsünün netliğini yiyip bitiriyor ve hızlı nefes alış verişleri göğsünü patlayacakmış gibi gösteriyordu. Biri tişörtünü göğsünden tutup yırtmıştı ve kalbinin çevresinde beş iyileşmiş delik izi vardı. Çatlamış dudaklarının arasından şaşkınlık dolu bir nefes kaçtı. Beş parmak izi ve kan kusmak mı?

Biri kalbini sökmüştü.

Panikten nefesleri iyice hızlanırken gözleri kararacak gibi oldu. Ailesi o uyurken kalbini sökmüştü… Gözleri bir kez daha doldu, bacakları çözülüp yere çöktü. Bu nasıl olurdu? Ailesi… Onu doğuran kadın… Aynı rahimde büyüdüğü kardeşi…

Bacaklarını kendine çekip yüzünü içine gömdü ve ne yapacağını bilmeyerek bir süre öylece ağlamaya devam etti. Sanki Wale’siz hayatının üzerinden asırlar geçmişti. Ailesi hiçbir zaman ona sıcak davranmamıştı ama William bunu kırılan kalplerine vermiş ve kendini hep onların kendisini gizliden gizliye sevdiği düşüncesiyle avutmuştu. Bu yalanın arkasına saklanamayacak olmak belki de canını en çok acıtan şeydi.

Kendine kurduğu sahte ama mutlu dünya hızla parçalarına ayrılıyordu.

Tekrar ayağa kalkıp aynadaki yansımasına baktı. Birkaç dakika öncesinden tek farkı yanaklarının kırmızı çizgilerle bölünmüş olmasıydı. Yansıması Wale’miş gibi iyice yaklaşıp “Sana ne yaptım?” diye fısıldadı. “Bunu bana neden yapıyorsun?”

Bunu bana neden yapıyorsun!”

Bunun hesabını vereceklerdi. Eline dolanan tişörtü umursamadan hızla odasından çıktı ve salona giden merdivenleri uçarcasına indi. Ama onu bekleyen sevgili çekirdek ailesi değil bütün akrabaları ve camia oldu.

Bir sonraki bölüm 15.07.2016'da gelecektir!




Devamını Oku »

7 Temmuz 2016 Perşembe

Arkada Kalanlar - Bölüm 4

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 4 – Yasal köle

Cadı kelepçesi...
Raimond daha önce bu büyüyü sadece iblislerin kölelerinin bileklerinde görmüştü. İblisler kölelerine hem işkence etmek hem de istedikleri her şeyi yaptırabilmek için bu büyüyü yaparlardı. Bu büyüye maruz kalan köleler eğer sahibinin dediğini yapmazsa bedelini ya kanıyla ya da ruhuyla öderdi. Bir keresinde Evan'la içerideki herkesin ya köle ya da iblis olduğu bir bara gitmişlerdi. Bara sinen umutsuzluk, nefret ve çaresizliği hala hatırlıyordu. Kölelerden biri gözlerinin önünde kendi göğsünü kesip yemek zorunda kalmıştı.
Şimdi aynı lanet onun bileğinde parlıyordu.
“Bu yasak,” diye fısıldadı dehşetle. “Meclis bu büyüyü yasakladı.”
Devontae bileğini okşamaya devam ediyordu. Topuzundan kurtulan birkaç saç yüzüne düşmüştü, yine de Raimond onun düşüncelerle buğulanmış gözlerini görebiliyordu. Bir şeyleri tartıyor olmalıydı. Raimond kelepçe büyüsünün köleler kadar sahipleri de etkilediğini duymuştu. Başka birini kontrol edebilmenin verdiği güç bir yerden sonra sahipleri delirtiyordu. İblisler zaten çıldırmıştı, peki ya Devontae? Raimond onun da bu büyünün gücünden korktuğunu hissetti.
“Evan öbür türlü seni kontrol edemeyeceğimi söyledi,” diye cevap verdi Devontae aynı kısık sesle. “Ve suç olmaması için senin imzanı taklit etti.”
Yatağa geri çöktü, bileği hala Devontae'nin elinde olduğu için onun da oturması gerekmişti. “Bunu yaptığına inanamıyorum.”
“O sadece kendini öldürmeyeceğinden emin olmak istiyor.”
Burnu tekrar sızlamaya başladığına göre gözyaşları çok uzağında değildi. Gözlerini Devontae'nin gözlerine dikip “Ya da onun peşinden gelemeyeceğimden emin olmak istiyordur,” diye mırıldandı.
Devontae bir süre ne diyeceğini bilmediği için rahatsızca kıpırdandıktan sonra elini onun terden birbirine yapışmış saçlarına gömdü. İçi beklemediği bir sıcaklıkla dolmuştu, içgüdüsel olarak onu daha rahat sevebilsin diye başını biraz yana eğdi. Bu hareketi genç adamın yüzünde çelimsiz bir gülümsemenin belirmesine neden olmuştu.
“Siz kedi-insanlar gerçekten kediye benziyorsunuz.”
Raimond berbat bir halde olmasa gülebilirdi. “Peki ya sen?” diye sordu. “Hiç Yeraltındanmış gibi durmuyorsun.”
“Değilim zaten, ben sadece arada sırada ileri gelen Meclis ailelerinin resimlerini yapan bir insanım. May de insan.”
Kaşlarını çattı. “Madem Yeraltıyla bir alakanız yok, Evan nasıl hayatını kurtardı?”
Saçlarının arasındaki el durunca yanlış bir şey sorduğunu anladı. Evan'ın onu alıştırdığı bir eziklikle hemen özür dilemeye hazırlanıyordu ki Devontae “Bunu başka bir zaman anlatırım,” diyerek konuyu kapadı. Yine de yüz hatları kararmış ve gözleri koyulaşmıştı. Saçlarının arasında hareket etmeye kaldığı yerden devam eden eli sertleşmiş ve ritmini kaybetmişti. Raimond biraz canı yansa da ses çıkarmadı. Zaten çıkarsa da Devontae'nin duyacağından emin değildi, geçmişe dalmış olmalıydı.
Bir süre öylece oturdular. Devontae farkında olmadan onun saçlarını çekti, Raimond da zaten acı çekmeyi istediği için susup odayı inceledi. Onları bu trans halinden çıkaran üzerinde bir mutfak önlüğüyle kapının önünde beliren Mary oldu. Yüzünde dünkü küçümseme ve hoşnutsuzluktan eser yoktu, sevecen bir sesle “Yemek hazır,” diye mırıldandı.
Belki de Evan'dan hoşlanmıyordur, diye düşündü. Devontae gözlerini kırpıştırıp ayaklandı. “Yemekten sonra da sinemaya gideriz, olur mu?”
Raimond kaşlarını çattı. Devontae'nin eli saçlarından çıkar çıkmaz gerçeklik bütün acılığıyla üstüne çökmüştü. Ne yapıyordu böyle? Evan'ın onu kullanılmış bir kıyafet gibi bıraktığı evde evcilik mi oynayacaktı? Devontae ve May'in intihar eden Ray'lerinin yerini doldurarak mı hayatına devam edecekti? Hiç sanmıyordu.
Olabildiğince sert bir sesle “Ben gidiyorum,” dedi. “Siz çok iyi insanlara benziyorsunuz ama Evan'ın istediğini yapmayacağım.”
May ve Devontae birbirine baktı, şaşırmışa benzemiyorlardı. Devontae “Bugün gidebilirsin, ama yarın sabah uyandığımda seni kahvaltı masasında görmek istiyorum,” diye mırladı.
Raimond güldü, “Dediğimi duymuyor musunuz? Ben gidiyorum!”
“Sen de herhalde bileğindeki büyüyü unutuyorsun,” diye karşılık verdi Devontae keyifle. Evet, işte bu Evan'ın ona yaptığı son kötülüktü. Tamamen kapana kısılmıştı. Bileğinde parlayan büyünün ağırlığı bir taş gibi onu aşağı çekiyordu. Korku, öfke ve çaresizlikle dolan gözlerle önce Devontae'nin şefkatle yumuşamış yüzüne, sonra da acımayla dolmuş May'inkine baktı. Tek bir kelime daha etmeden ikisinin arasından geçip odadan çıktı. Yuvarlanır gibi merdivenleri indi ve Evan'ın onu terk ettiği salona kısa bir bakış attıktan sonra kendini evden dışarı attı.
Etraf çim biçen babalar, birbirini kovalayan çocuklar ve bir kenarda tariflerini değiş tokuş eden annelerle doluydu. Yerinde donup kalmıştı. Cennete benzeyen bu banliyö Raimond için Cehennemden başka bir şey değildi. Sanki Tanrı sahip olamadığı ve olamayacağı ne kadar şey varsa hepsini bu sokağa doldurmuştu.
Güneş tepede parlıyordu. Çocuklar gülüyordu. Raimond'un kalbi mi hızlanmıştı? Hepsi belli bir saate kurulmuş olan fıskiyeler birden açıldı. Çocuklar suların altında koşuşturuyordu. Annelerden biri turta tarifini anlatıyordu. Ah, hiç iyi değildi. Bir şeyin dar pantolonun paçasını kavramaya çalıştığını hissedince arkasına döndü.

Bir köpek.
Bir çığlık atıp koşmaya başladı. Banliyö sakinlerinin onu garipseyen bakışları umurunda değildi. Havlayarak onu kovalayan köpek de. Sanki onu üzen, ağlatan ve bazen ölümün kıyısına kadar iten her şeyden kaçabilirmiş gibi koştu. Ailesinden, Evan'dan, Devontae ve May'den kaçabilirmiş gibi koştu.
Kendinden kaçabilirmiş gibi koştu.


Yeni bölüm üç gün sonra 11.07.2016'da gelecektir!
Devamını Oku »

3 Temmuz 2016 Pazar

Oceanaphile - Bölüm 3

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 3- Misafir
Seni seviyorum; sen toprağın üstünde yürümeye başlamadan önce de seviyordum, toprağın altında uyuduğunda da seveceğim...


Sirenlere varacaksın sen önce,
Onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
Kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı
Bir daha evinde onu ne karısı karşılar, ne çocukları.
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
Çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek
Bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların,
Büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Europa tüyleri diken diken olunca kitabı kapattı. Anlaşılan Homeros onun kadar şanslı değildi, karşılaştığı yaratıklar çok daha vahşiydi. Oysa Europa'nın denizadamı... İçine garip bir ağırlık çöktüğü için iç çekti. Tahmin ettiği gibi babası bir ay boyunca denize girmesini, hatta sahilde yürüyüş yapmasını bile yasaklamıştı. Günleri saydığı, karalamalarla dolu takvimine bir bakış attı. Daha acı çekmesi gereken yirmi üç gün vardı. Şimdiden kendini bir bitki gibi hissetmeye başlamıştı bile. Sanki denizadamı onu denize daha da bağlamıştı, Europa denizi ne kadar sevse de daha önce hiç yedi günde bir kilo verecek kadar da etkilenmemişti.
Odasında kapalı geçirdiği her saniye onu Kally'den -denizadamına bu ismi koymuştu- biraz daha uzaklaştırıyor, onun gerçekliğinden çalıyormuş gibi geliyordu. Garip bir şekilde bir ay sonra tekrar denize döndüğünde Kally'nin hiç varolmamış olmasından korkuyordu. Onun gerçek olduğuna inanmaya, bilmeye ihtiyacı vardı.
Babasıyla kavga edip duş aldıktan sonra yatağına uzanmış ve uzun uzun olanları düşünmüştü. Küçüklüğünden beri hissettiği o bekleyişin, merakın ve bir şeyi bulma arzusunun biraz hafiflediğini fark etmişti. Artık denizin dibinde hayal etmesi ya da keşfetmesi gereken bir şey yoktu, çünkü onu çoktan bulmuştu. Ruhunun Kally'ninkine bağlı olduğunu ve doğduğu andan beri onu beklediğini seziyordu. Belki de denize olan bu tutkusunun nedeni de oydu.
Düşüncelerinin fazlasıyla mantık dışı olduğunun o da farkındaydı, ama bir denizadamı görmek ne kadar mantıklıydı ki? Europa odasında yalnız geçirdiği bir hafta boyunca bütün hislerini teker teker bir deney yapıyormuş gibi incelemiş ve daha önce hiç farkında olmadığı yanlarını keşfetmişti. Bu değişikliklerin çoğu denize olan aşkını artık açıklayabilmesinden kaynaklanıyordu. Ama her şeyden emin olması için en azından bir kere daha Kally'i görmesi gerekiyordu ki bunu nasıl yapacağı konusunda en ufak bir fikri bile yoktu.
Karşılaşmaları o kadar tesadüfiydi ki Europa bir yol düşünemiyordu. En mantıklısı her saniyesini denizde geçirip Kally'nin onu bulmasını beklemek olurdu. Bu seçenek de birkaç yıldan fazlasını alabilirdi. Europa onu hemen görmek istiyordu. O mavi gözlerine uzun uzun bakmak ve varoluşunun en büyük sırlarından birini çözdüğünü bilmenin tatminini yaşamak istiyordu. Onun bembeyaz teninde parmaklarını gezdirmek ve altında yatan ruhla bağını hissetmek istiyordu.
İki biliminsanının çocuğu olarak böyle fantastik düşüncelere batmış olması ironikti ama elinden bir şey gelmiyordu.
Kally yüzünden Pandora'nın kutusunu açmıştı.
Düşünürken farkında olmadan sıktığı Odysseia'yı masaya bırakıp beyazlaşan parmak boğumlarını ovdu. Denizinsanları hakkında yaptığı bütün araştırmalar birer arı gibi kafasının içinde vızıldıyordu. Europa ne kadarı doğru o kadar merak ediyordu ki. Kally'nin kanı da içene ölümsüzlüğü veriyor muydu? Kally de onu kurtaranların dileğini gerçekleştiriyor muydu? Sudan çıkarsa ölüyor muydu, yoksa insana mı dönüşüyordu? Atlantis'te mi yaşıyordu? O da güzel şarkılar söyleyip denizcileri ya da dinleyenleri büyülüyor muydu?
Ya da insan mı yiyordu?
Kally'i bir insanın üzerine eğilmişken hayal etti. İnce dudaklarından akan kan beyaz teninde iyice koyu görünüyordu, dudaklarının arasına aldığı bir et parçasını şehvani bir zevkle çiğnerken mavi gözlerini kapatmıştı. Europa etin boğazından aşağı inişini bile görebiliyordu. Denizadamının kafası önünde yatan kızın üstüne bir kez daha gömüldü, iğrenç bir kopma sesi bütün kulaklarını doldurdu. Her yer kan ve deniz kokuyordu.
Kapı açıldığında çığlık attı.
Annesi endişeyle “Bir sorun mu var tatlım?” diye mırıldandı.
Önüne gelen saçlarını eliyle geriye itip yutkundu. “Hayır hayır, iyiyim.”
Annesi kapıyı kapayıp yavaşça ona sokuldu, gözleriyle aynı hizzaya gelecek şekilde eğildi ve şefkatle ellerini tuttu. Europa'ya da aktardığı iri kahverengi gözleri irileşmişti, oğlunun gözlerine sanki ruhunun derinliklerini okumaya çalışıyormuş gibi bakıyordu. Kısa bir süre sonra annesi onun ellerini tutan ellerini omzuna yönlendirmiş ve yavaşça sıvazlamaya başlamıştı. Europa yine o garip, tapınmaya benzeyen sevgiyi hissetti içinde. Sadece bir tek çocuk yapabilmiş olmak annesini babasından çok daha farklı ve fazla etkiliyordu. Annesi hiçbir zaman ona zar zor edindiği bir hazineymiş gibi bakmayı kesmemişti.
“Emin misin Europa? Bir haftadır çok garip davranıyorsun.”
Anın yoğunluğu rahatsız olmasına neden olmuştu. Kuruyan boğazının bir ses çıkarmasına izin vermeyeceğini bildiği için başıyla onaylamakla yetindi. Kesinlikle iyiydi, sadece farklıydı. Kally'le yaşadığı o kısacık an bile neredeyse bütün kişiliğinin değişmesine yetmişti. Annesini anlayabiliyordu, o da kendine şaşıyordu. Yine de kendini kötü hissetmiyordu, aksine heyecanlıydı.
Annesi bir süre daha onu süzdükten sonra doğruldu. Europa'nın konuşmayacağını anlamıştı. “Aşağıda bir misafirimiz var, bir süre bizimle kalacak.” dedi neşeli bir sesle. “inip merhaba dersen sevinirim, Devéria benim için çok önemli biri.”
Uysalca “Olur,” deyip merdivenlerden inen annesini takip etti. Mutfağa inen merdivenlerin son basamağına geldiğindeyse donup kaldı.
Ortadaki mutfak masasına tünemiş elindeki kahveyi yavaşça yudumlayan adam annesinin Devéria'sı değil onun Kally'siydi.





Devamını Oku »

30 Haziran 2016 Perşembe

Bir Çiçeğin Rüyası - Bölüm 1

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!


Bölüm 1 - Le bruit


Dışarıdan gelen bir gürültü Garnier'in rüyasına ok gibi saplandığında güneş daha yeni doğmaya başlamıştı. Heyecanla pijamasının üstüne polarını giydi ve botlarını çıplak ayaklarına geçirdi. Muhtemelen kitaplarının arasında bir yerde olan fenerini arayarak birkaç dakika kaybettikten sonra nefes nefese kulübeden dışarı fırladı. Şok tabancasını unuttuğunu fark etmesi için on dakika yürümesi gerekmişti.
Tamam, kabul ediyordu: Heyecandan biraz sersemlemiş olabilirdi.
Sonuçta bu, altı aydır bekçilik yaptığı mezarlıkta duyduğu ilk sıra dışı gürültüydü.
Gerçi 'sıradışı' olarak adlandırdığı gürültü büyük ihtimalle avladığı fareyi paylaşmak istemeyen bir kediden geliyordu. En azından Garnier öyle olmasını umuyordu. Burada çalışmaya başladığından beri kendini psikolojik olarak hazırlamaya çalışsa da bir mezar hırsızı ya da katille karşılaşırsa ağlayarak kulübesine kaçacağından emindi. Asla o, her zaman dövüşe hazır olan iri kıyım çocuklardan olmamıştı. Bir ara spor yapmasına rağmen vücudu patatese batırılan kürdanlar gibi kalmayı becermişti.
Gözlerini ovuşturup bir kez daha etrafı kolaçan etti. Güneş yeni yeni yükseliyordu, gümüşi ışıklar yosun tutmuş mezar taşlarını aydınlatmaya başlamıştı. Çimenlerin ve küçük çiçeklerin üstüne düşen çiğ yeri sanki yıldızlar aşağı inmiş gibi parlatıyordu. Gökyüzü mavinin en açık tonuna boyanmış ince bir zarmış gibi parça parçaydı. Havada arada maviyi delen siyah kuşlar dışında hiç hareket yoktu. Hafif ama soğuk esen rüzgar yaprakları titretiyor ve içini nemli bir yosun kokusuyla dolduruyordu. Garnier günün ilk saatlerine bayılıyordu. Dünyanın bakir sessizliğinde kendini yaşayan tek insanmış gibi hissediyordu. Ölüler ve taşlardan oluşan mezarlığında özgür ve mutluydu.
Bir patırtı daha duyduğunda olduğu yerde dikilmeyi kesip tekrar yürümeye başladı. Bu sefer daha yakında olduğu için sesin doğudan geldiğini anlamıştı. Adımlarını hızlandırdı, botlarının derisini yüzdüğünü düşünmemeye çalışıyordu. Neden iki saniye ayırıp yatağının başına fırlattığı çorapları giymemişti ki?
Görüş alanına bir karaltı girdiğinde nefesini tutup olduğu yerde durdu. Bütün olasılıklar birden beynine dolmuştu. Bir insanın nasıl etkisiz hale getirilebileceğini düşünüyordu.
Ve tabii ondan hızlı koşup koşamayacağını da kestirmeye çalışıyordu. Gürültünün sahibine arkadan baktığı için bol gri tişörtü, yeşil pantolonu ve neredeyse beyaza çalan düz sarı saçları dışında hiçbir şeyini seçemedi. Her kimse modadan anlamıyor, diye geçirdi içinden. Sonra kendisinin üzerinde kareli bir pijama altı ve Nightmare baskılı bir tişört giydiğini hatırladı, üstelik saçları da üstüne yatmaktan bir yere yapışmış olmalıydı. Genç adam hakkında yapılan moda değerlendirmesinden habersiz mırıldanırken elindeki kasaları üst üste yığıyordu. Gürültü birbirine çarpan kasalardan geliyor olmalıydı. Garnier'in içi rahatlamıştı; onu uyandıran ne bir hırsız ne de katildi; o sadece...
Çiçek ekiyordu.
Hem de sabahın beşinde.
Damarlarındaki adrenalin geri çekilirken başını yana eğip ne yapması gerektiğini düşündü. Belki de mezarlık için bir tehlike teşkil etmediğine göre onu çiçekleriyle yalnız bırakmalıydı? İnsanların işlerine burnunu sokmayı sevmezdi, o yüzden on santim aşağılarında hangi akrabasının yattığını soracağı aptal bir konuşmaya girişmeyecekti. Hem Garnier'in ona oldukça gürültülü bir şekilde yaklaştığını duymadığına göre yoğun bir an yaşıyor olmalıydı. Tam arkasını dönüp uzaklaşacaktı ki aklına mezarlığın bu saatte kapalı olduğu geldi. Süper, diye söylendi iç sesi. Şimdi bir şekilde konuşmayı başlatması gerekiyordu.
Konuşmak için ağzını açıp derin bir nefes aldığında başına dünyanın en saçma şeyi geldi; genç adamın havalandırdığı toprak boğazına kaçtı. Şüphesiz öksürmek konuşmaya başlamanın en iyi yolu değildi, ama yine de işini görürdü. Genç adam birkaç adım arkasından gelen boğulma seslerini duyunca sıçrayarak arkasına dönmüştü.
Garnier nefes alamamasına rağmen adamın panikle onu süzen gözlerinin güzel olduğunu düşündü. Birer bademe benzeyen, altınla çevrelenmiş gibi parlayan cam mavisi gözleri vardı; gözbebekleri denizin ortasındaki bir girdabı andırıyordu. Bir an kafasının içine dolan bu maviye bir isim vermek istedi. Lavanta mavisi? Pamukşeker mavisi? Sabah mavisi? Menekşe mavisi? Hayır, böyle bir mavi için bir kelime üretilmemişti. O tam anlamıyla eşsiz ve isimsizdi.
Adam ona çiçekleri sulamak için getirdiği su şişelerden birini uzatınca minnetle şişeye sarıldı. Ancak şişenin yarısını mideye indirdikten sonra tekrar konuşabilecek hale geldi, “Teşekkürler.”
“İyisin ya?”
Başıyla hafifçe onayladıktan sonra “Ben burada çalışıyorum,” diye söze başladı beceriksizce. “mezarlık şu an kapalı.”
Adamsa onun söyledikleriyle ilgilenmiyor gibiydi, gözleri Garnier'in tam göğüs hizzasına sabitlenmişti. Sadece kuşların ve yaprak hışırtılarınnın doldurduğu rahatsız edici sessizliği bozmak için “Nightmare en sevdiğim Marvel karakteridir,” dedi. “İnsanların rü-”
“Rüyalarını kontrol edebilir.”
Garnier havanın ağırlaştığını, omuzlarına bastırdığını ve onu da gömmeye çalıştığını hissetti. Adam o kadar yorgun ve mutsuz konuşmuştu ki Garnier rahatsız olmuştu. Neyse ki adam hemen toparlandı ve “ben de çizgi romanlara bayılırım,” diye açıkladı. “Hatta çiçeklerle uğraşmaktan sonra en sevdiğim şey çizgi roman okumak sanırım.”
Kaşlarını çattı, “Sabahın köründe mezarlığa çiçek ekmek de bu hobinin bir parçası mı?”
Adam güldü, ama bu yine yorgun ve hastalıklı bir gülüştü. Fark ettirmemeye çalışarak onu tepeden tırnağa süzmeye koyuldu. Ortalama bir boy ve kiloya sahipti. Yüzünü de olağan üstü kılan tek şey gözleriydi. Beyaz teninin altından parlayan mavi-yeşil damarları, soluk renkli dudakları ve sarı saçlarıyla bir insandan çok filmlerdeki perilere benziyordu. Garnier onun çirkin mi yakışıklı mı olduğuna karar veremedi. Yüzü hakkında söyleyebildiği tek şey sağlıksız ve hüznün izleriyle dolu olduğuydu. Onu tanımayan biri bile hemen ne kadar kötü bir durumda olduğunu anlayabilirdi. Onu böylesine yıpratan şeyi merak etti.
“Sayılır; bir çiçekçide çalışıyorum, müşterilerden biri bu mezara kasalarca çiçek dikmem için neredeyse bir servet ödedi.”
Adamın arkasından küçük saksılara baktı, sadece birkaç filiz kalmıştı.
“Üzgünüm ama dediğim gibi, bu saatte buraya giremezsin.”
Adamın yüzüne bütün yorgunluğunu gölgeleyen bir tatlılık yerleşti, annesinden şeker isteyen bir çocuk gibi “Bana on beş dakika veremez misin?” diye sordu.
Bir çiçekçinin mezarlıkta on beş dakika daha kalmasına izin vermekle ne kaybederdi ki? Adrenalin ters etki yapmış ve daha da yorgun hissetmesine neden olmuştu. Tek istediği şey bir an önce çoktan soğumuş yatağına geri dönmekti. Gerçi bu isteğinin nedeni bastıran uyku mu yoksa adamdan yayılan tehditkar hava mı emin değildi. Garnier hem adamın yanında kalıp gözlerine uzun uzun bakmak hem de ondan kaçmak istiyordu.
Hayatta kalma dürtüleri daha baskın çıktı, dudaklarından bir “Pekala,” fırladı. “ama lütfen daha uzun kalma.”
“Kalmayacağımdan emin olabilirsin.”
Garnier adamın söyledikleriyle başka bir şey kastettiği hissine kapıldı ve tüyleri ürperdi. Bir kez daha başını sallayıp neredeyse koşar adımlarla kulübesine döndü.
Sonunda torunlarına anlatabileceği garip bir mezarlık anısı olmuştu.


Devamını Oku »