31 Aralık 2015 Perşembe

Yarışmanın Sonucu

Maalesef yarışmaya sadece bir kişi katıldığı için bu ayki yarışmayı iptal etmek zorunda kaldım. Umarım bir sonraki yarışmada katılım artar. Gerçekten çok heveslenmiştim aslında, neden birden böyle bir sonuçla karşılaştım anlamadım. Sanırım sınavlar başladığı için kimse yazmaya zaman bulamadı, açıkçası ben de yazamadığım için bu aralar sizi anlayabiliyorum. Yine de umarım bir sonraki yarışmaya katılırsınız!






Bir sonraki duyurum birkaç gün önce sayfanın tıklanma sayısının bine ulaşmış olması! Ne kadar sevindim anlatamam! Şu ana kadar bloga giren ve hikayelerimi okuyan herkese çok teşekkür ederim. Yılın son gününü böyle bir mutlulukla geçirmemi sağladığınız için size minnettarım. Umarım 2016 istediğiniz gibi güzel geçer! Mutlu yıllar! 
Devamını Oku »

3 Aralık 2015 Perşembe

Aylık Ödüllü Hikaye Yarışması : Pembe Noel

Duydunuz zilin sesini, hikaye yarışmamız başlasın!

İlk yarışmamızın konusu tabii ki Yılbaşı. Süslenmiş çam ağaçları, paketlenmiş hediyeler, mumlar ve gece yarısının süslediği dilekler.. Daha bir ay olmasına rağmen şimdiden kendimi Yılbaşı ruhuyla sarmalanmış gibi hissediyorum! Sizin de bu ruhu doya doya yaşamasını dilediğim için böyle bir konuyla başlamak istedim, umarım iyi yapmışımdır!

Yarışmaya katılmak isteyenlerin yapması gerekenler:

1-Hikayede bir peri, pembe rengi ve çilek olmalı. 

2- Hikayede en az bir kere muhteşem kelimesi geçmeli.

3-Bir yarışması birden fazla hikayeyle katılabilir, ancak her hikaye en az 300 kelime olmalı. 

4- Yarışmacıların hikayelerine bir isim koyması ve kendi rumuzlarını da belirtmesi gerekiyor.

5-Hikayeler 30.12.2015 tarihinde incelenmeye başlanılacak ve 31.12.2015 tarihinde birinci, ikinci ve üçüncü blogumda açıklanacak. (yyaoihikayeler.blogspot.com ) 02.01.2016 tarihindeyse ilk üçe girenler isimleri ve hikayelerini TFF (http://www.turkfanfiction.net/arsiv/index.php)  hesabımda paylaşacağım.

6- Hikaye istenilen zamanda, istenilen yerde ve istenilen şekilde geçebilir. Yazar özgün veya fanfiction yazabilir, ayrıca hetero ve slash (erkek x erkek) gibi bir ayrım yoktur. Yani yazılacak her türden hikaye yarışmaya katılabilir!
7- Hikayelerde seçilme kriterleri arasında yazım hataları ve mantık hataları gibi birçok kriter vardır.
8- Hikayeler 03.12.2015 – 29.10.1015 arasında benim mail adresime (unamuno_98@hotmail.com) gönderilmelidir. İnceleme otuzunda başlayacağı için erken ya da geç gönderilen hikayelerde bir fark gözetilmeyecektir. Kendi mailini ifşa etmek istemeyenler yarışmalarda katılımcıların kullanması için açtığım hesaptan hikayelerini bana yollayabilir:
hesap: birincibenim@outlook.com
şifre : 123456789as
Bu hesabı kullanacaklara hikayelerini bana gönderdikten sonra mail geçmişinden silmelerini tavsiye ederim.
9- Yarışma sırasında katılımcı hikayesini kendi profilinde de paylaşabilir, çünkü sadece ilk üçe giren hikayeler bu yarışma altında yayınlanacaktır.
10- Ve tabii ki kazananlar eğer adreslerini benimle paylaşırsa şirin mi şirin sürprizlerle dolu hediyeler alacaklar! 
Hepinize bol ilhamlar! Hikayelerinizi heyecan ve merakla bekliyorum! Lütfen katılmaya çekinmeyin!
Devamını Oku »

12 Kasım 2015 Perşembe

Oceanaphile - Bölüm 2

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 2 – Derinlik sarhoşluğu
Beni tutsak eden bu mutsuzluk ağlarından kurtar! Beni serbest bırak!


Deniz dünyadaki en şaşırtıcı şeylerden biriydi. Europa milyonlarca yıl denizin altında kalsa bile hala onu şaşırtabilecek bir şeyler bulabileceğinden emindi. Çünkü deniz böyleydi; içinde ne sakladığını asla tam olarak size söylemez, sizin hayal etmenize izin verirdi. Bu yüzden o cam mavisi dalgaların arasında neler olabileceğini düşünmek ona ayrı bir haz veriyordu. Hatta, kıyıda geçirdiği birkaç sessiz saatin sonunda Europa bir şey hayal etmek zorunda gibi hissediyor, ama o 'bir şey'in ne olduğunu çıkaramıyordu.
Bu zorundalık hissi onu hayal gücünün sınırlarını zorlamaya itiyordu, öyle ki Europa dalgaların arasından uzaylı kıyafeti giyen inekleri taşıyan bir gemi çıksa bile yadırgamayacağını düşünmüştü hep.
Oysa şimdi, denizin ortasına görünmeyen bir kancayla sallandırılmış gibi dururken yanıldığını anlıyordu. Vücudunun kaskatı kesilmesine, gözlerinin irileşmesine ve sersemlemesine neden olan şey kesinlikle yadırgayacağı türden bir şaşkınlıktı.
Europa genç adamın aralarında şeffaf bir derinin dalgalandığı parmaklarıyla ağı yırtmaya çalışmasını boş gözlerle izliyordu. Gördüğü şeye bilimsel bir açıklama arıyor, ama hiçbir şey bulamıyordu. Genç adam suda kırılan güneş ışıklarının oynaştığı güzel oval yüzü, yüzünü bir hare gibi saran siyah saçları ve deniz kadar parlak mavi gözleriyle en az onun kadar insana benziyordu. Üstelik yüzü Europa'nın gözlerini aşağı kaydırmasını engelleyecek kadar güzeldi. Çıkık elmacık kemikleri, hafif çekik gözleri ve vişneye çalan koyu dudaklarıyla onda öyle bir uyum vardı ki diğer her şey gözüne kaotik gelmişti. Güzelliğinin etkisinden kurtulduğunda bakışlarını aşağı indirdi; gözleri büyük bir açlıkla onun derisini yumuşacık bir örtü gibi kaplayan mavi dokuyu yuttu, bu mavi doku kasıklarına doğru iyice koyulaşıyor ve turkuaz bir kuyruğa dönüşüyordu. Şu ana kadar gördüğü bütün kurgusal denizinsanlarının kuyrukları pul puldu, ama karşısındaki kuyruk pullarla kaplanamayacak kadar kaygan ve pürüzsüz görünüyordu. Başını hareket ettirmeye cesaret edemediği için kuyruğunun bitimindeki kısmı sadece mavi-mor ışıklar saçan zarif bir yelpaze olarak görebiliyordu.
Denizadamı da tıpkı onun gibi şaşkınlık ve meraktan irileşmiş gözlerle onu süzüyordu. Kaşlarını çattı, gözleri azot sayacına kaymıştı. Değerler normaldi, o zaman sarhoş değildi.
Denizadamı gerçekten gerçekti.
Gerilediğini ancak kafasının içinde tanıdık olmayan bir ses duyduğunda fark etti. Uğultulu ama ince ses ona gitmemesini söylemişti. Eğer oksijen tüpüne bağlı bir aparat olmasa ağzı şaşkınlıktan açılabilirdi. Bir denizadamından daha garip bir şey varsa o da telepati yoluyla konuşabilen bir denizadamıydı. Sırada ne vardı? Uçan ananaslar mı?
Şu ağlardan kurtulmama yardım et.
Europa üzerine düşünmeden kemerine asılı bıçağa davrandı. Kısa bir tereddütten sonra ona iyice sokulup ağı kesmeye koyuldu. Ne kadar kendine zarar vermemek için bıçağa dikkat etmesi gerekse de gözlerini onu izleyen yaratıktan alamıyordu. İçinde daha önce varlığını hiç bilmediği şeyler uyanmıştı. Ruhu hayal görmediğinin bilincinde, büyülenmişti.
Bir yerden sonra Europa sadece ağları inceltmekle uğraşır hale gelmişti, çünkü denizadamı bakışlarıyla ondan izin aldıktan sonra ağları kopartmaya başlamıştı. Ufalanıp yavaşça derinliklere karışan her ağ parçasıyla biraz daha heyecanlandığını hissediyordu. Denizadamı ağlardan tamamen kurtulduğunda ne olacaktı?
Europa ne umması gerektiğini bile bilmiyordu.
Zaman durmuş gibiydi, bir an Europa sonsuza kadar denizadamıyla beraber ağları parçalayacağından korktu. Nedenini bilmiyordu ama ona bakamıyordu bile. Bütün vücudunu daha önce hiç yaşamadığı bir zonklama sarmıştı ve kolundaki oksijen saatinin sarsaklığına bakılırsa nefesleri de olması gerekenden hızlıydı. Yaşadığı heyecana rağmen bu kadar soğukkanlı davrandığı için kendiyle gurur duyuyordu. Başka biri onun kuyruğunu fark ettiği an kim bilir ne yapardı.
Denizadamı ağlardan tamamen kurtulduğunda uzun bir uykudan uyanmış gibi gerindi. Bunu yaparken elinde olmadan ona yaklaşmıştı. Europa gerilemesi, aralarına güvenli bir mesafe koyması gerektiğini biliyordu, ama vücudu ona itaat etmekten çok uzaktı. Suyun altında en güzel renklerle süslenmiş, dalgalanan vücut bir mıknatıs gibi onu çekiyordu. Europa dokunmayı severdi, korkmasa elini uzatıp ona da dokunurdu. Denizadamı onun bu isteğini yeşil gözlerinden okumuş gibiydi, ince dudakları onları daha da ince gösteren bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.
Rüzgarda dalgalanan tülleri andıran perdeli elini ona uzattı, sonra mavi gözleri Europa'nın arkasındaki bir şeye takıldı.
Ne olduğunu anlayamadan denizadamı gözden kaybolmuştu bile.
Europa arkasına döndüğünde ona doğru yüzen anne ve babasıyla karşılaştı. Anın büyüsünden sıyrılan vücudu panikle ısındı. Denizadamının nereye gittiğine bile bakmadan ailesine yüzdü. Bir anlığına bile olsa o kadar büyülü bir dünyadaymış gibi hissetmişti ki alacağı cezaları düşündükçe garip hissetmeden edemedi.
Europa, biraz önce bir denizadamını kurtarmıştı.
Ve birazdan kesinlikle en az bir ay boyunca denize girmesi yasaklanacaktı.
Babası yeterince yaklaştığında onu orada boğmak yerine beline sertçe bir halat bağlamakla yetindi. Europa kıyıya kadar babasının onu arkasından sürüklemesine izin verdi, zaten aklı yüzmeye odaklanamayacak kadar meşguldü.
Kafasında tek bir cümle tekrarlanıp duruyordu: Biraz önce bir denizadamı görmüştü. Büyük ihtimalle bir daha onu görmeyecekti bile, ama Europa tamamen değiştiğini hissediyordu. Bir helikopterin içinden, bir şehrin yıkılışını izler gibiydi. Kurduğu ne kadar şey varsa anlamadığı bir nedenden elinden kayıp gidiyordu. Hayalleri, düşünceleri ve istekleri...
Geriye sadece iki mavi muhteşem göz kalmıştı.



Devamını Oku »

4 Ekim 2015 Pazar

Will ve Wale İkizler - Bölüm 4

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 4- Kimseye güvenme

Sanırım benden bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle. Kırmızı gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve alaycılıkla kıvrılmış siyah dudaklarının arasından o kelimenin çıkmasına izin verdi, “baba.”

Babası yuvalarından fırlayacak gibi duran gözlerini karşısında duran oğlundan ayırmadan “Maryse,” diye mırıldandı kısık ama sert bir sesle. “William’ı sakinleştirir misin?”

William kendini o kadar kaybetmişti ki vahşi ve yaralı bir hayvan gibi hırıldamayla karışık
gürültülü nefesler almaya başladığını fark etmemişti bile. Annesi babasının ricasını yerine getirip onu sarmaya kalkıştığında sertçe kollarından kurtuldu. Bazı cadılar ruhlara işkence etmek için onları aynı bedene hapis ederdi, ruhlar tek bir bedene sığamadığı için öyle acı çeker, öyle rahatsız olurdu ki bedeni parçalayıp kendilerini serbest bırakmak için her şeyi yapardı. Şimdi, öylece titrerken William da bir bedene hapsedilmiş o ruhlardan biriymiş gibi hissediyordu. Ruhunu zehirleyen ne kadar üzüntü, hayal kırıklığı ve nefret varsa bedenini parçalayıp serbest kalmak istiyordu.

Wale, sen misin?” diye sordu babası emin olmak ister gibi. Wale neredeyse evi terk ettiğinden beri hiç değişmemişti, ama birinin onun kılığına girip Rose ailesine katılmaya çalışması onun eve geri dönmesinden çok daha mümkün geliyordu kulağa. William ilk defa babasını anlayabiliyordu.

Evet, baba benim,” diye onayladı kardeşi babasına doğru emin adımlar atarken. Güvenli bir mesafeye geldiğinde kanla kirlenmiş tişörtünü yukarı doğru sıyırdı ve sırtından dönerek kasıklarına kadar inen yara izini gösterdi. Aynı izin simetriği William’da vardı.

Babasının kırmızı gözleri biraz daha açıldı ve oğluna doğru sarsak bir adım attı. William babasının Wale’in kafasını bedeninden ayıracağını umdu. Ya da kalbini sökeceğini ve sonsuza kadar uyanmaması için bir yerde saklayacağını. Basit bir yumruk bile olurdu. Ne olursa olsun. William’ın tek derdi canın yanmasıydı.

Ama birkaç saniye sonra babasının amacının bu olmadığını anladı, tabii ona kemikleri organlarını parçalayacak kadar sıkı sarılmıyorsa.

Babası ona sarılıyordu.

William babasının ona en son ne zaman sarıldığını hatırlamıyordu bile.

Ayrıldıklarında “Evine hoş geldin, oğlum,” dedi mutlulukla titreyen bir sesle. Bir kolunu ona dolayıp “Bize anlatacak çok şeyin olmalı,” diye devam etti.

Bir anda girişteki tek gülümsemeyen kişi haline gelmişti. İnanamıyordu. Buna…inanamıyordu! Wale korkunç bir kavgadan sonra evi terk ettiğinde ailesi o kadar üzülmüştü ki William kendini onlara layık bir çocuk olmaya adamıştı. 76 yıllık hayatı boyunca bir kez bile onların sözünden çıkmamış, üstünde baskı kurmalarına izin vermiş ve kendi hayatının onların kurallarla kurulmuş soğuk dünyasında çözünüp yok olmasına göz yummuştu.

Bunların hepsi bir hiç için miydi? Wale geldiğinde unutulmak için miydi?

Şimdi yaşadığı acı 76 yıllık yalnızlık ne olacaktı?

Asla diğer vampirler gibi olmamıştı. İnsan kanına olan alerjisi bir yana, o dehşetten, öldürmekten ve işkence etmekten zevk almazdı. Aksine kitap okumak ve evde kalıp müzik dinlemek gibi sakin ve daha temiz hobileri vardı. Ailesi kaç kere Rose adını kirlettiği için ona kızmıştı? Kaç kere onu birilerini öldürüp bundan zevk almaya zorlamıştı? Kaç gecesini canavar ailesiyle yalnız kaldığı için ağlayarak geçirmişti?

O sıcak kucaklamayı onları bırakıp giden Wale değil, o hak ediyordu.

Sinirden tizleşmiş bir haykırış boğazını yırtıp girişe doldu ve babası ne yaptığını anlayamadan William Wale’in üzerine çöktü. Gözü o kadar dönmüştü ki babasının onu omuzlarından tutup duvara fırlatmasına kadar geçen o kısada sürede bile kardeşinin yüzünü ve kafasını taşıyamayacak hale gelecek kadar boynunu parçalamayı becermişti.

William Rose!” diye kükredi babası. “Ne yaptığını sanıyorsun?!”

Bir kenara sinmiş olanları izleyen annesinin aksine bedenini yerde toparlanmaya çalışan oğluna siper etmişti. “Sizin yapmanız gereken şeyi!” diye karşılık verdi bağırarak. “O bizi terk etti! Beni terk etti!”

Senden güçlü bir yapıya sahip olduğu için onu öldürmemi beklemiyorsun, değil mi?”

Ne?” diye fısıldadı.

Babasının dudaklarından çıkan her kelime kalbine batırılan kızgın birer iğne gibiydi, ölümcül değildi ama kesinlikle acıtıyordu. Gözlerinden akan kırmızı yaşlar tişörtünü ıslatmaya başlamıştı. “Bunca sene…” demeye çalıştı. “size layık olmaya çalıştım.”

İyi, pek başarılı olduğun söylenemez.”

Gerard,” diye uyardı annesi kızgın bir sesle.

Wale de sanki biraz önce parçalanan o değilmiş gibi parlak bir gülümsemeyle karşısında dikilmeye başlamıştı. William ne düşündüğünü tahmin edebiliyordu. Eğer yalnız olsalar çoktan “Sana söylemiştim,” demişti. Siyah tırnakları parlayan sağ elini gözlerini William’a kilitlemiş olan babasının omzuna koyup “Sana yaşadıklarımı anlatmamı istediğini sanıyordum,” diye mırıldandı.

Babasının onu küçümseyen gözleri biraz daha üstünde dolaştıktan sonra “Haklısın,” diye mırıldandı ve ikisi William’ı orada aşağılık bir varlıkmış gibi yalnız bıraktılar.

Yorgun bir şekilde annesine döndü, “Hadi, sen de git.”

William…”

Tekrar ağlamaya başlamadan önce “Lütfen,” diye mırıldandı. Ne konuşacak ne de ayakta duracak hali kalmıştı. Annesi bir şey söylemek için ağzını açsa da sonra vazgeçti ve kocasını takip edip merdivenleri tırmandı.

Annesi görüş alanından çıktığı an yere yığıldı ve gözlerinden akan kanın pahalı halıyı lekelemesini umursamadan kendinden geçene kadar ağladı.





Devamını Oku »

28 Eylül 2015 Pazartesi

Arkada Kalanlar - Bölüm 3

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 3 – İnsanların en aşağılığı aşık olandır
Beni bırakıp gidebileceğini düşünerek yanılıyorsun sevgilim, benim kalbim bir hapishanedir. Girenin bir daha asla çıkamadığı, soğuk ve karanlık bir hapishane.


“Raimond... Uyan artık...”
Bahar rüzgarı gibi yavaşça yanağını okşayan eli elinin tersiyle itip yüzünü yastığa biraz daha gömdü. Daha uyanmak istemiyordu. Yatağı hiç olmadığı kadar sıcak ve rahattı, tıpkı içi yıpranmış kıyafetlerle doldurulmuş bir ayakkabı kutusuna benziyordu. “Biraz daha Evan.”
Pencere açık olmalıydı çünkü saçlarının arasında serin bir hava dolaşıyordu. Kulaklarına dolan kahkahayı rüzgarda hışırdayan yapraklar süsledi. Kapalı göz kapaklarından içeri giren ışığa bakılırsa çoktan sabah olmuştu. Hatta Evan onu uyandırmaya geldiğine göre öğlen bile olmuş olabilirdi. Evan'ın aksine asla erken uyananlardan olmamıştı.
“Hadi ama, beni biraz daha bekletirsen yalnız başlamak zorunda kalacağım.”
Evan'ın ne demeye çalıştığını anlamıyordu, yine de cevap vermedi. Uyumaya devam etmek istiyordu. Dünyanın sonu gelse bile uyumaya devam edebilirdi. Sonuçta her zaman bu kadar uzun ve derin uyumayı beceremiyordu.
“Madem öyle...”
Raimond sadece soğuk kumaşın örttüğü köprücük kemiklerine değen yumuşak dudakları hissedince ürperdi. Dudaklar hareketlendiğindeyse nefesleri hızlandı. Evan tenini sanki dünyanın en lezzetli şeyiymiş gibi yavaşça ama iştahla tadıyordu. Dişleri omzuyla boynunun birleştiği yere değince gözlerini açtı.
Görüş alanına ilk önce pencerenin dışından onları izleyen ağaçlar ve rüzgarla dans eden beyaz tül perdeler girdi. Sonra içinde bir japon balığının yüzdüğü yere konmuş akvaryum ve birkaç kitabı gördü. Gözleri tembelce iyice yukarı çıkıp kar beyazı çarşaflar ve onun kızarmış tenine eğilmiş kafada dolaştı. Evan'ın düz sarı saçları altın gibi değil de güneşin ta kendisiymiş gibi parıl parıl ve büyüleyiciydi. Raimond'un gözlerini açtığını anlayınca başını ona kaldırdı, sigara dumanı kadar alacalı gri gözleri bütün benliğini doldurdu.
“Günaydın.”
Raimond bu cennete benzeyen odaya nasıl gelmişti? Burası ne onun dağınık, bira şişeleri ve sigara izmaritleriyle kirlenmiş odasına ne de sadece kapı aralığından gördüğü Evan'ınkine benziyordu. Sonra birden bütün olanları hatırladı.
Ellerini Evan'ın deniz köpüğü kadar beyaz omuzlarına yerleştirip onu kendinden uzaklaştırdı. Gerçeklik o kadar fazlaydı ki içine sığmamış ve gözlerinden taşmıştı. “Neden buradasın?” diye sordu titrek bir sesle. “Sen beni terk ettin.”
“Önemli olan şimdi burada olmam değil mi?” Evan ukala bir gülümsemenin yayıldığı dudaklarını gözlerini ondan ayırmadan göğsüne kapattı. “Beni sevdiğini duymak istiyorum.”
Göz yaşları akmak için neyi bekliyordu bilmiyordu ama görüş alanını sevdiği adamın hatlarını kaybedecek kadar bulanıklaştırmıştı. Yavaş yavaş tenini öpmeye devam eden dudaklar karnında o tanıdık elektriklenmeyi hissetmesine neden oluyordu. “Beni sevdiğini söyle...” Odaya giren rüzgar beyaz tülleri bir kez daha uçurdu, içerisi yeni açmış kiraz çiçekleri gibi kokuyordu. Güneş ışınları o kadar parlaktı ki Raimond'un yeni uyanmış gözleri acıyordu.
“Beni seviyorsun.”
Raimond göğsünden başlayan ve kasıklarına kadar inen çizgiyi takip eden dille inlerken başıyla onayladı. Onu seviyordu.
“Beni terk ettin.”
“Sana beni sevdiğini söyle dedim.”
Evan'ın sesi şimdi saldırgan ve asabiydi, tırnaklarını beline batırmıştı. Raimond başını hayır anlamında iki yana salladığında göz yaşları yanaklarından aşağı süzülüp ahşap döşemeye düştü.
“Beni terk ettin...”


“Evan!”
Raimond o kadar hızlı doğruldu ki neredeyse dengesini kaybedip yataktan aşağı düşecekti. Göğsü hızla inip kalkıyordu ve saçları terden sırılsıklamdı. Altındaki çarşafı sıkan ellerini çözüp yüzüne kapadı. Vücudu boğazından yukarı tırmanan hıçkırıklar yüzünden sarsılıyordu. Evan onu bırakmıştı. Gitmişti. Maria ve kızını alıp onu geride bırakmıştı. Hıçkırıkları o kadar güçlenmişti ki zamanla öksürüğe dönüştü.
Yüzüne kapadığı ellerinden birini yumruk yapıp kafasına geçirdi. Ona ağladığı için aptaldı. Onu bırakıp giden birine ağladığı için aptaldı. Onun için hiçbir şey hissetmeyen birine ağladığı için de aptaldı. Dün neler demişti öyle? Bebeğe bakmak, ha? Raimond daha fazla kendini küçük düşürebilir miydi? Kesinlikle hayır.
Hızla kafasına geçirdiği yumruklar yetmeyince tırnaklarını bileğine gömdü, kanatana kadar kendini tırmaladı. Kendine verdiği acının Evan'ın verdiği acının önüne geçmesini umarak tırmaladı. Ta ki göz yaşları kalp kırıklığı yerine acıdan akana kadar tırmaladı. Acı geçici bir şeydi, ne de olsa insanlar gereğinden fazla arsız yaratılmıştı; ama yaralar hep sancırdı. Evan onun kalbindeki en derin yaraydı; asla iyileşmeyecek, asla iyi hissetmesine izin vermeyecek bir yara.
Üstelik şimdi gitmişti.
Aslında on yıl iyi bile dayanmıştı. Kim onun gibi bir çöplükle yaşamak isterdi ki?
Keşke ona layık biri olabilseydi.
Tırnakları aralarına giren etler yüzünden keskinliklerini kaybedince bitkin bir şekilde durdu. Bileklerinden akan sıcak kan pembe güllü çarşafı kırmızıya boyuyordu. Sakinleşmek için derin bir nefes aldığında burnuna sabun ve portakal kokusu doldu.
“Evan tutkulu bir genç olduğun konusunda beni uyarmıştı, ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu.”
Raimond başını sağa çevirdiğinde hemen yanı başında oturan Devontae'yle karşılaştı. Üzerinde bu sefer lekeli gri bir tişört vardı ve saçlarını arkasında minik bir topuz yapmıştı. Ne zamandan beri oradaydı? Kanayan bileğini utanarak arkasına saklamaya davrandı. Devontae'nin koyu kahverengi gözleri bir anlığına bileğine kaydıktan sonra kararına saygı duyuyormuş gibi onun gözlerine çıktı. Yüzüne asıl tepkisini saklamak için duygusuz bir ifade yerleşmişti.
“Biliyor musun, banliyöde yaşamanın en iyi yanı kendi meyve sebzelerini yetiştirebiliyor olman. May içlerinden böcek çıktığı için onları yemiyor ama bence sen tatlarına bayılacaksın. Hatta istersen şimdi aşağı inip birkaç şeftali bile toplayabiliriz, üzerinde çalıştığım bir tablo için şeftaliye ihtiyacım var. O tüylü turuncu şeylere küçüklüğümden beri taparım. Sence de çok güzel değiller mi? Her meyve birer gün batımı gibi, sıcak ve aynı zamanda kadınsı bir aromaya sahip. Bu yüzden bence şeftali en erotik meyvedir. Hey, dur nereye gidiyorsun?”
Raimond Devontae'yi dinlemeyi kesip ayaklanmıştı. Bu saçmalıklarla uğraşamayacak kadar kötü durumdaydı. Şu an tek istediği şey en yakın bara gidip parmaklarını hissedemeyecek kadar sarhoş olmaktı. Belki birkaç hap bile bulabilirdi.
“Bunları dinlemek istemiyorum,” diye homurdandı tişörtünü ararken. “Sırf Evan öyle diyor diye sizinle kalacak değilim.”
Devontae de onun gibi ayaklandı, yapılı ama fit bir vücuda sahipti. Yüzündeki çocuksu ifade olmasa tehlikeli bile görünebilirdi. Ellerini siyah eşofmanının ceplerine tıkıp gülümsedi. Pek çekici olmamasına rağmen güzel bir gülümsemesi vardı.
“Bu oda May'in intihar eden kardeşi Ray'e aitti. Salondaki resme nasıl baktığını gördüm, onda kendinden bir şeyler buldun değil mi? May ve ben onu hayata bağlamak için çok uğraştık ama başaramadık. O bu dünya için fazla güzel ve kırılgandı.”
Ona yaklaşıp kanayan bileğini tuttu. “Ama artık dersimizi aldık, beni atlatmak istiyorsan ukala gülümsemeler ve kötü sözlerden daha fazlasına ihtiyacın olacak.”
Raimond bileğini okşayan parmağa çatık kaşlarla cevap verdi. Devontae'nin gözleri altın iplikle süslenmiş gibi şefkat ve sevgiyle parlıyordu. Evan da çocukken ona böyle bakardı. Onu çöplerin arasında bulduğunda Raimond o kadar şaşırmıştı ki, bir insanın böyle bakabileceğini o zamana kadar bilmiyordu. Ona gözlerin sevgiden parladığını öğreten de unutturan da Evan'dı.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye fısıldadı yorgun bir sesle.
“Evan senin yaşlarındayken hayatımı kurtarmıştı, ona bunu borçluydum.Ve tabii Ray'e de.”
Raimond bileğini sertçe çekip onun yumuşak dokunuşlarından kurtardı. “Burada kalmayacağım.”
“Öyle mi?”
Raimond sonunda atletini bulmuştu. Sigara kokusunun sindiği kumaş parçasını üstüne geçirdikten sonra “Öyle,” diye homurdandı.
“Ben Evan'ın kölesi değilim, sırf o istedi diye burada kalmayacağım.”
“Doğru, ben istediğim için kalacaksın.”
Raimond kaşlarını çattı, biraz önce duyduğu ses şu gülümseyen ve koca bir oyuncak ayıya benzeyen adamdan mı gelmişti? Çünkü öyle birinden gelemeyecek kadar sert, sinsi ve soğuk çıkmıştı. Zagreus'un külleri, diye geçirdi içinden. O da benim gibi iki tarafın arasında kalmış olmalı. Biraz önce yüzünde aptal bir gülümsemeyle şeftalilerden bahseden ressam gitmiş, yerine yüz hatları korkunç bir kararlılıkla dolmuş daha yaşlı bir adam gelmişti.
“Ne demek istiyorsun?” diye kekeledi.
Devontae kanıyla kirlenmiş parmaklarını tekrar onun bileğine doladı, etini lekeleyen yaralar birer yara izine dönüşecek kadar geçmişti. Raimond şaşkınlıkla bileğini çevreleyen siyah çembere baktı. Düz, ince çizgi bir dövme gibi etine kazınmıştı ve Devontae'nin parmaklarının altında obsidiyenden bir bilezikmiş gibi parlıyordu.
Raimond korkuyla nefesini tuttu.
Devamını Oku »

21 Eylül 2015 Pazartesi

Lanetliler Panayırı: Seiren'in Laneti Tanıtım

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!!!

Uyarı: Slash 
Tür: Korku, fantastik, romantik, dram

 "Onu gördüğüm ilk andan itibaren hayatımı mahvedeceğini biliyordum, bilmediğim şey buna engel olamayacak kadar aciz  olduğumdu."
- Aimé Etcheberry

Aimé Etcheberry sorunları olan bir gençti. Mesela gerçek ailesinden ona kalan tek şey bacağındaki bir kurşun iziydi. Sonra evlatlık verildiği aile onu 'olmayan' şeyler gördüğü için tımarhaneye kapatmıştı. Bir de yasa dışı peri kanadı tozu sattığı için Meclis'le başı dertteydi. Ayrıca son zamanlarda hastalığı iyice ilerlemiş ve ölümcül bir hal almıştı.


Ve şimdi, bütün bunlar yetmiyormuş gibi beş yaşından beri ortağı olduğunu iddia eden bir iblisle uğraşması gerekecekti.

Evet, Aimé Etcheberry kesinlikle sorunları olan bir gençti.

 Çok yakında:

http://www.turkfanfiction.net/arsiv/viewuser.php?uid=5222
yyaoihikayeler.blogspot.com

Devamını Oku »

18 Eylül 2015 Cuma

Will ve Wale ikizler - Bölüm 3

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 3 – Hainin altın çağı

Rose Malikanesi belki de William’ın 76 yıllık hayatında gördüğü en büyük klişeydi. Eğer malikanenin önünden geçen bir insan olsaydı, ve tabii vampirlerle ilgilenseydi, orada vampirlerin yaşadığını ilk bakışta anlardı. Üç kişilik Rose ailesi ve onların on hizmetçisinin dolduramayacağı kadar büyük olan bina yaşadıkları dönemin modern dokunuşundan yoksun katı ama ince bir gotik yapıya sahipti. Pencereler vitray ve pahalı kadife perdelerle süslenmiş, iki kişinin sorumlu olduğu bahçeye özenle yabani otlar dikilmiş ve binayı oluşturan taşlar istenildiği gibi yosun tutmuştu.

Ana binadan beslenen üç kule –her kulede bir Rose üyesi kalıyordu- göğe yükseliyor ve gri taştan yapılmış konik çatılarla bitiyordu. Kapı orta çağdan kalma gibi iki kanatlı ve ahşaptandı, üzerinde de demir dövme desenler vardı. Evin önünden geçenlerin meraklı bakışları bir yerden sonra o kadar rahatsız edici olmaya başlamıştı ki aile etraflarına bir duvar örmeye karar vermişti. Sanki malikanenin kalın duvarları yetmiyormuş gibi.

Birkaç dakika önce Wale'in nedenini anlayamadığı bir şekilde iğrenç kokan arabasından inmiş evini izleyen William biraz sonra olacaklar için sabırsızlanıyordu. İki mezar taşından daha sıcak olmayan ailesini tanıyordu, Wale’in aşağılanması ve yaka paça evden atılması an meselesiydi.

Seni hayal kırıklığına uğratacağım ama öyle bir şey olmayacak, beni kabul edecekler.”

Beni ne zaman hayal kırıklığına uğratmadın ki?

Anladığım kadarıyla dışarıda sürtmek seni epey güçlendirmiş, zihin bile okuyabilecek hale gelmişsin.”

Wale güldü ve sarsak adımlarla ona iyice sokuldu. O kadar yakınında duruyordu ki kemerli burunlarının ucu neredeyse birbirine değiyordu. Vücut ölçüleri bile birebir olduğu için ikisi de direk birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Zaman durmuş gibi hissetti ve gözleri buğulandı.

Küçükken kabus görüp uyandığında aynada kendisine bakar ve düz yüzeye yansıyan görüntüsünün abisi olduğunu hayal ederdi. Bütün gece abisi yanı başında yatıyormuş gibi davranır ve hatta arada ona üşüyüp üşümediğini bile sorardı. Uzun bir süre aynalara Wale’miş gibi davranmaktan kendini alamamıştı. Abisinin onu hiç düşünmeden içine attığı yalnızlık William’ı o kadar sefil şeyler yapmaya zorlamıştı ki kendinden utanıyordu.

 İşte bu yüzden gözyaşlarının nedeni sevgi ya da özlem değil, aksine nefret ve kindi.

Sokakta sürtmenin avantajları olduğuna katılıyorum.” Ciğerlerinden çıkan ılık hava William’ın dudaklarını yalayıp geçti. Kendini ana o kadar kaptırmıştı ki ikizinin yüzünü kaplayan hüznü fark edemedi. “Ama dezavantajları da var.”

Ah…William…”

William içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Gözlerinde akmayı bekleyen yaşlar hızla yanaklarından aşağı süzülmeye ve boğazından yukarı zar zor tutabildiği hıçkırıklar yükselmeye başladı. Onu gördüğünden beri kendini tutuyordu ama ismini onun sesiyle duymak… Bu çok fazlaydı.

Onu omuzundan ittiği gibi dış kapıyı açtı ve olabildiğince hızlı bir şekilde eve girdi.

Anne! Baba!” diye bağırdı gözyaşlarını kolunun tersiyle silerken. Şımarık bir çocuk gibi girişte iki yana koşuştururken uzun zamandır kaybetmediği kontrolün ellerinden kayıp gittiğini hissediyor ve daha da sinirleniyordu. Onun gitmesini istiyordu. Bir an önce. Kokusunu duyabildiği her saniye ona karşı ördüğü duvarı paramparça ediyordu.

İlk defa zaman bir vampirin aleyhine işliyordu.

İki el onu omuzlarından tuttu ve kendine çevirdi. “Neyin var, tatlım?” diye mırıldandı annesi endişeyle gözlerini üzerinde gezdirirken. William onu sarmaya çalışan taş kollardan kurtuldu ve “Babam nerede?” diye bağırdı. O kadar hızlı volta atıyordu ki görüntüsü netliğini kaybetmişti.

William Rose! Hemen kendine gel!”

İşte buradaydı.

Annesi gibi hemen arkasında belirmektense asma katın merdivenlerinden yavaşça aşağı inmeyi seçmişti. Babası oldum olası şaşalı girişleri severdi. Kömür siyahı saçlarını iyice taramış ve şekil vermişti, kirli sakalı ve giydiği takım da onu ciddi ama aynı zamanda da sakin gösteriyordu, kırmızı delici gözleri ve kartal gibi küt burnuysa ona korkunç bir hava katıyordu. Sanki asırlık bir vampir olması yeterince korkunç değilmiş gibi.

William da Wale de daha çok bir kediye benzeyen annesine çekmişti. Üçü de altın gibi parlayan sarı saçlara, hafif çekik gözlere, ince dudaklara ve sivri yüzlere sahipti. Çocukluğunu hatırlamıyor olsa ikiz değil üçüz olduklarını bile düşünebilirdi.

Baba o dışarıda!” diye karşılık verdi. Hala bağırıyor ve titriyordu.

Annesinin gözlerine kalan-oğlumuzu-da-kaybettik diyen bir bakış yerleşirken babası gür kaşlarını çatıp “Kim?” diye sordu.

William histeri krizini iyice alevlendiren ikizine baktı, babasının sorusundan hemen sonra içeri girmişti. İki yanı pahalı lambalarla aydınlatılmış süslü ahşap kapının önünde ne kadar da kimsesiz ne kadar da yabancıydı. Üzerindeki hayvan saldırısına uğramış gibi duran yırtık kıyafetleri, dağınık sarı saçları ve makyajıyla malikaneye ve Rose görünüşüne ne kadar da tersti.

William nefret ve özlem; hayranlık ve tiksinti arasında bocalıyordu.

Sanırım benden bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle. Kırmızı gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve alaycılıkla kıvrılmış dudaklarının arasından o kelimenin çıkmasına izin verdi, “baba.”


Devamını Oku »

16 Eylül 2015 Çarşamba

Oceanaphile - Bölüm 1

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 1- Ağlara takılmak
Beni tanıyorsun! Unutmuş olamazsın! Hadi sevgilim, gözlerini aç ve seni binlerce kez öpmeyi dilemiş bu dudakları hatırla...

İşte geldik.”
Europa güneş gözlüklerini havaya doğru kaldırıp camdan dışarı baktı. Karşısında bikinileriyle dondurma yiyen kızlar, oyun oynayan çocuklar ve güneşlenen insanlarla dolu klasik bir plaj vardı. Kum, sanki arasına altın tozu karışmış gibi ışıl ışıl ve parlak, duru dalgalar Poseidon iyi günündeymiş gibi yumuşacıktı. Hava o kadar açıktı ki karşıdaki adalar her zamankinden çok daha yakın görünüyordu. Bulutsuz gökyüzündeki tek beyaz gölgeler uçuşan martılardı. İçine dolan huzuru büyük bir gülümsemeyle karşıladı. Oldu olası kalabalık plajları severdi..
Su canlılık demekti, plajlar bunun en büyük kanıtıydı.
Europa küçüklüğünden beri suya bayılırdı, her çocuğun bahçede oynarken çekilen ne kadar videosu varsa onun da denizde o kadar videosu vardı. Annesi onu ilk defa suya soktuğunda bir yaşındaydı, o zamandan beri de denizden kopamamıştı. Oyuncu dalgalar, ne getireceği belli olmayan tuzlu su ve içindeki bin bir çeşit balık ona o kadar büyüleyici geliyordu ki... Okyanusların daha yüzde doksan beşinin keşfedilmemiş olması büyük bir kayıptı.
Europa derinlerde, çok daha derinlerde kesinlikle nefes kesici bir şeyin olduğuna emindi.
Camın önünden annesi geçtiğinde arabadan inip ekipmanları bagajdan çıkarması için ona yardım etmeye koyuldu. Oksijen tüplerini hemen yanına bıraktıktan sonra palet ve bağlantı borularını da aldı. Annesi de babası da deniz memelileri uzmanıydı ve boş zamanlarını okyanusun tabanındaki balık ağı atıklarını temizleyerek geçiriyorlardı. Bu iş ne kadar tehlikeli olsa da bu kez çift Europa'yı onlarla gelmekten alıkoyamamıştı. Ağlara takılıp boğularak ölmek onun da kanını donduruyordu ama suyla ilgili her şey onu o kadar çekiyordu ki Europa her türlü tehlikeyi görmezden gelmeye hazırdı. Hem artık kendi kararlarını verebilen bir delikanlıydı, on dokuzuna sadece iki hafta kalmıştı.
Seni uyarıyorum,” dedi dalgıç kıyafetlerini düzelten babası. “Eğer bizden uzaklaşırsan bu son dalışın olur, burada akıntı sandığından daha güçlü.”
Europa sırıttı, “Merak etme, bugün için neredeyse üç aydır antrenman yapıyorum.”
Babası bunun önemli olmadığını belirten bir el hareketi yaptı. “Evet ama bu ölümsüz olduğun anlamına gelmiyor, beni seni kendime bağlamadığım için pişman etme.”
Baba,” diye homurdandı son oksijen tüpünü de yere bırakırken.
Ailenin tek çocuğu olmaktan daha zor bir şey varsa o da ailenin yapabildiği tek çocuk olmaktı. Annesi de babası da sorun kimde bilmiyordu, ilişkilerinin zedelenmemesi için öğrenmemişlerdi ama Europa'dan önce ve sonra hiç çocuk sahibi olamamışlardı. Europa ondan önce annesinin iki kere hamile kaldığını, ama ikisini de düşürdüğünü biliyordu. Ondan sonraysa ona bir kardeş yapmak istemişler ve yine başaramamışlardı. Bu yüzden ikisi de Europa'yı bir mucize gibi görüyordu. Hatta büyükannesi ona Tanrı'nın hediyesi anlamına gelen Thedorus ismini koymak istemiş ama annesi ilk ve belki de tek çocuğuna kendisi isim koymak istediği için bu öneriyi geri çevirmişti.
Annesi ve babası bir araştırma grubundayken tanışmıştı. Bu yüzden ona, üstünde çalıştıkları Mesoplodon Europaeus'tan uyarlanmış Europa'yı koymuştu. Böylece tek çocukları da hem birbirlerine karşı hem de denize duydukları aşkın izini her anlamda taşıyacaktı.
Europa ismini seviyordu, sonuçta en kötü isim bile Thedorus'dan iyiydi. Üstelik isminin özel olduğunu bilmek hoşuna gidiyordu.
Annesi arabayı kilitlediğinde babasıyla beraber ekipmanları sırtlayıp sahile ilerledi, her adımda dalgaların sesi ona daha da davetkar geliyordu. İnsanlar uyuşturuculara bağımlı olurdu, Europa'ysa denize bağımlıydı. Her fırsatta soluğu denizde buluyordu, en soğuk kış günlerinde bile kendini suya girmekten alamıyordu. Tabii, sonra birkaç gün boyunca yataktan çıkamıyor ve suyu daha çok özlüyordu. Belki de ismi denizde yaşayan bir canlıya ait olduğu için böyleydi, nedenini bilmiyordu ama deniz ona tıpkı bir uyuşturucu gibi etki ediyordu. Şimdiden parmaklarının ucu karıncalanmış ve nefesleri hızlanmıştı.
Dalgıç kıyafetlerini giyerken onunla konuşmaya çalışan annesini görmezden gelecek kadar denize odaklanmıştı. Bir asır gibi süren hazırlıktan sonra babasını takip edip suya girdi.
Ne kadar dalgıç kıyafetleri yüzünden kendini tam anlamıyla özgür hissetmese de su vücudunu sardığı an yeniden doğmuş gibi hissetmişti. Nefeslerini düzenli tutmaya ve kendini suya kaptırıp ailesinden uzaklaşmamaya çalışıyordu, bir yandan da suya açmış gibi gözlerini derinliklerde saklanan mercanlarda gezdiriyordu.

Sayısız renkteki balık pamuk şekerden yapılmış gibi görünen denizanalarıyla dans ediyor ve iki yaşlı olduğu belli olan kaplumbağa yavaş yavaş dinlenecek bir resif arıyordu. Büyük bir coşkuyla suya dalan güneş ışıkları balıkları, denizanalarını ve bütün mercanları değerli taşlardan yapılmış büyülü varlıklarmış gibi parlatıyordu. 

Renk cümbüşü ve suyun altındaki canlılık onu büyülemişti. İlk filozof kabul edilen Thales evrenin arkesinin* su olduğunu düşünüyordu, dolayısıyla evrene ait her şeyin ana maddesi de suydu. Europa Thales'e kesinlikle katılıyordu, suyun içindeyken bütün, eksiksizdi.
Su onu tamamlayan ve yaratan şeydi.
Annesi ve babası biraz daha açıldıktan sonra içi görünmeyen bir mağaraya girmeye karar verdiğinde dışarıda kalmayı tercih etti. Suyun parlaklığından ayrılmak istemiyordu. Ailesinin mağaranın içinde gözden kayboluşunu izledikten sonra arkasını dönüp önünde uzanan yosunlarla kaplanmış kumluğa baktı.
Eriştelerin yer yer seyrekleşmesine bakılırsa burası deniz ineklerinin uğrak yeri olmalıydı. Biraz ileride gözüne yüzeye yükselen bir karaltı takıldığında kaşlarını çattı. Denizin ortasından çıkan siyah bir kasırgaya benzeyen şeye uzun bir süre baktıktan sonra ne olduğunu anlayabildi:
Bir balıkçı ağıydı ve kesinlikle içinde çıkmaya çalışan bir şey vardı.
Tekrar arkasına dönüp mağaraya baktı. Kalbi oraya yüzüp zavallı balığı kurtarmasını söylüyordu, mantığıysa kalıp ailesini beklemesini. Peki ya onlar gelene kadar balık ölürse? Europa böyle bir şeyin sorumluluğunu alamazdı, balığın gözünün önünde can çekişmesini izlemek istemiyordu. Hem ağlar ondan çok da uzak görünmüyordu.
Sanki biri arkadan onu itmiş gibi aniden yüzmeye başladı. Kalbi yüzmenin onda yarattığı heyecan ve yasak bir şey yapmanın verdiği zevkle sersemlemişti, vücudu nedense olması gerekenden çok daha fazla tepki veriyordu. Heyecan, gerilim, korku ve zevk birbirine karışmış düzgün düşünmesini engelliyordu.
Ağı en ince detayına kadar görebilecek kadar yaklaştığında kaskatı kesildi.
Ağdaki bir hayvan değil, insandı.
Hem de kuyruğu olan bir insan. 
*: ana maddesi.
Devamını Oku »

9 Eylül 2015 Çarşamba

Arkada Kalanlar - Bölüm 2

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 2 – Yeni bakıcı
Sen benim melek kanatlı kurtarıcımsın; sağ elinde aşkını, sol elindeyse zehrini taşıyorsun. Sağ! Sağ elini uzat bana aşkım! Solundan çok tattım!


Raimond motor durduğu an uyandı. Nerede olduğunu hatırlamak için etrafına bakındıktan sonra gözlerini dikiz aynasına çevirdi, Evan onu uyandırmak zorunda kalmadığı için rahatlamışa benziyordu. Gözlerini ovaladıktan sonra tembelce kafasını kaşıdı. Bu, son zamanlarda çektiği en iyi uykuydu. Uyuşturucu ve alkol yüzünden gözlerinin altındaki patlıcan moru torbalara alışacak kadar uzun bir süredir uyuyamıyordu.
Evan'ın sabırsızlığını belli etmek için verdiği sesli nefesi duyunca ürkek bir çocuk gibi arabadan indi. Daha önce şehrin bu kısmına hiç gelmemişti. Önlerinde sıralanan iki katlı, ahşap evlere baktı. Her birinin bahçesi sokak lambalarının ışığında parlayan bakımlı çimenler ve pahalı çiçeklerle süslenmişti. Sokağın en ucundaki ev dışında bütün pencereler sanki uyuyorlarmış gibi karanlıktı. Evan'ı takip etmeye başladığında görüş alanına giren bisikletlere bakılırsa şehrin banliyösündelerdi. Raimond böyle bir yere girmek için fazla serseriydi.
Üç tekerlekli bisiklet sürüsüne, bahçeye konulan cüce biblolarına ve çatılardaki horoz şeklindeki rüzgar güllerine büyülenmiş gibi baktığını fark edince rahatsız oldu. Asla böyle şeyleri olmamıştı. Gerçek ailesiyle olan hayatını hatırlamıyordu, Evan'sa ne kadar çalışsa da ona bu kadar pembe bir hayat verememişti. Bu yüzden bütün bunları kıskanıyor mu yoksa saçma mı buluyor anlayamadı.
Bahçesinde köpek kulübesi olan evin önünden geçerken kendini tutamayıp bir süreliğine durdu. Bir kedi-insan olmasına rağmen köpeği olmasını çok isterdi. Bazen artık bir köpek alabilecek kadar parası olduğunu kendine hatırlatıyor ama harekete geçemiyordu. Köpek onun küçüklüğüne ait bir hayaldi, artık gerçekleştirmek için fazla büyük ve ruhsuzdu.
Banliyönün temiz havası Raimond'un şehir havasına alışmış ciğerlerini yakıyordu, gökyüzü burada yıldızlarla kaplıydı ve etrafta arabaların aksine sadece ateş böcekleri ses çıkarıyordu.
Evin Barbie perdeli penceresine baktı, oyuncağına sarılmış uyuyan çocuğu hayal edebiliyordu. Ne kadar şanslı olduğundan haberi bile yoktu. Raimond onun gibi yan odada yatan iki ebeveyn ve aşağıda onu bekleyen bir köpeği olmasını ne kadar da isterdi. Her çocuk gördüğünde olduğu gibi, şimdi de aklına kendi ailesi gelmişti.
Onu neden bırakmışlardı ki?
Birkaç adım ilerisinde onu bekleyen Evan sessizliğini koruyordu, Raimond onun saygısından değil umursamazlığından sustuğuna emindi. Yanaklarından aşağı süzülen yaşları silip yürümeye devam etti. Asla sahip olamayacağı şeyleri hayal edip durmak, asla bilemeyeceği şeyleri merak etmek kadar boş bir uğraştı.
Attığı her adımla merakı daha da artıyordu. Evan da en az Raimond kadar belalı bir tipti, hatta son zamanlarda başı Raimond'dan daha çok belaya giriyordu. Nasıl oluyordu da Evan gibi bir serserinin banliyöden bir arkadaşı olabiliyordu? Gerçi Evan arkadaş olduklarını söylememişti ama Raimond en olası seçeneğin o olduğu kanısındaydı.
“Madem son eve kadar yürüyecektik, neden arabayı oraya park ettin?” diye homurdandı.
Evan omuz silkti, “Bilmem, o öyle istedi.”
Evan önlerindeki ahşap kapıyı iki kere tıklattıktan sonra “İçeride uslu bir çocuk olmanı istiyorum, tamam mı?” diye sordu. Raimond'ın aklına sadist ve mazoşistlerin olduğu fanteziler gelmişti. “İçeride küfür etmeni ya da bir şeyleri kırıp dökmeni istemiyorum.”
“Demek beni sinirlendirecek biriyle tanışacağım.”
Evan karşılık verme fırsatı bulamadan kapı açıldı, önlerinde ikisinden de kısa bir kadın duruyordu. Üzerindeki mavi çiçekli elbise ve beyaz terlik kombinasyonuna bakılırsa yatmaya hazırlanıyordu. O kadar temiz görünüyordu ki Raimond üzerinde kanlı bir atlet ve siyah, dar bir pantolon olduğu için utandı, Evan'sa gözlerini kadına değil içeri dikmişti.
“Merhaba May, Devontae içeride değil mi?”
Kadın en fazla yirmi beş yaşında gibi gösteriyordu ama gelenleri görür görmez en az beş yıl yaşlanmıştı.
“İçeride, hadi gelin.” Kadının kahverengi gözlerindeki hoşnutsuzluk sesine yansımıştı.
Raimond'un burada istenmediğini anlayamaması için aptal olması gerekiyordu. Sesindeki sertliği anlamasa bile onu süzen gözlerindeki küçümser ışıltıyı görmemek imkansızdı. Banliyöde yaşayanların çok daha sıcak kanlı olması gerekmiyor muydu? Eğer Evan içeri girmese, Raimond sonsuza kadar kötü bir şey yapmış bir çocuk gibi başı önde kapının önünde durabilirdi. İçerisi tıpkı kadın gibi temiz ve sadeydi.
Beyaz koltuklar bej yastık ve örtülerle süslenmiş, ortada duran masanın üstüne sadece birkaç dergi bırakılmıştı. Duvarları süsleyen tablolarsa bu kadar basit bir banliyö evine uymayacak kadar... korkunçtu.
Raimond sadece birkaçına bakabilmişti, en çok ilgisini çeken İsa gibi kolları iki yana açılmış bir çıplak erkek figürüydü. Her yerinden kemikler fırlamış vücudu bembeyazdı; bu yüzden yaralarından akan kan ve onu saran sarmaşıklar olduğundan çok daha canlı görünüyordu. Adamın gözleri kapalıydı ve kanlı yaşlarla süslenmişti, kalbinden vücudunu saran sarmaşıklar çıkıyordu. Ama tablonun en can alıcı kısmı arka plandaki hastalıklı kalpti. Adam çarmıh yerine bu siyah damarlı kalbe gerilmişti.
“Evan, hoş geldin.”
Kulaklarına dolan yumuşacık sesin kaynağını görmek için arkasını döndü.
Salonun girişinde genç bir adam duruyordu. Kahverengi gür saçları dalgalı ve ışıl ışıldı, gözleriyse saçlarından çok daha koyu bir kahverengiydi ve bir erkeğe göre oldukça iriydi. Kalın dudakları ve biraz irice bir burnu vardı. İncecik boynu ucu görünmeyen bir kolyeyle süslenmişti, üstünde sadece basit bir siyah gömlek ve kot pantolon vardı. Bu klasik insan vücudunu biraz dikkate değer yapan tek şey gözlerindeki ışıltıydı.
Ve tabii her yerindeki boya izleri.
Raimond'un ona baktığını görünce yüzüne parlak bir gülümseme yerleştirip ona doğru bir adım attı, bir yandan da pantolonun içine sıkıştırdığı pis bezle ellerindeki boyayı temizlemeye çalışıyordu. Ovuşturmaktan kıpkırmızı kesilen elini ona uzatırken “Sonunda tanışabildiğimiz için çok mutluyum,” diye şakıdı.
Raimond ona uzatılan eli sanki zehirli bir şeymiş gibi korkuyla kavradı. Gözleri, onu süzen ışıltılı gözlerde değil Evan'daydı. Evan onun çaresiz bakışlarını anlamış gibi ikisine yaklaşıp “Seni dostum Devontae'yla tanıştırayım,” diye söze başladı. “Bundan sonra o ve karısı May'le kalacaksın.”
Elini elektrik çarpmış gibi Devontae'nin elinden sertçe kurtarıp geriledi.
Dudaklarından sadece bir kelime çıkabildi, “Ne?”
Evan sanki ondan su istiyormuş gibi umursamaz bir sesle “Ben gidiyorum,” diye tekrarladı.
“Ne demek gidiyorum!” Evan içeri girmeden önce uslu bir çocuk olmasını tembihlemişti, ama sesini değil vücudunu bile kontrol edemiyordu. Titremeye başlamıştı, üstelik başı dönüyordu. Sanki biraz önce kalbi yerinden çıkarılmıştı ve vücudu can çekişiyordu.
“Raimond...” Evan ona değil yerdeki kilime bakıyordu. “Meclis Robert'ın Yeri'ne sattığım kaçak etleri bulmuş, peşimdeler. Kaçmam gerekiyor.”
“Tamam!” diye atıldı, yaşlar çoktan gözlerinden aşağı akmaya başlamıştı. “Bu seninle ilk kaçışımız değil! Yemin ederim sana hiç zorluk çıkarmam, hatta biri bizi yakalarsa kendimi feda bile ede-”
Maria hamile.”
Raimond neredeyse yere düşecekti. Şimdi bir de bebekleri mi olacaktı? Hıçkırıkları boğazını yırtacak kadar gürültülü ve acılıydı, yine de kalbinde hissettiği acının yanında hafif bir gıdıklama gibi kalmıştı.
Yine “Tamam,” dedi. “Siz yokken bebeğe bakarım, onu beslerim. Evde temizlik yaparım. Evan beni bırakamazsın, lütfen.... Çocuğu gezdiririm, ona abilik yaparım. Okuldan alırım. Evan! Lütfen!” Yere çöktü, onu izleyen evli çift umurunda bile değildi. Sevdiği adamın çocuğa bakmayı teklif edecek kadar düşmüştü ne de olsa. “Beni bırakırsan, ölürüm. Bunu biliyorsun! İlk fırsatta kendimi yine uyuşturucuya veririm. Bununla yaşayabilir misin?”
Zar zor yerden kalkıp kaşları çatık bir şekilde kilime bakmaya devam eden
Evan'ın yakasına yapıştı. “Beni neden eskisi gibi sevmiyorsun? Ne yaptım? Bunların hepsi erkeklerle yattığım için mi? Beni bırakırsan yemin ederim kendimi öldürürüm! Söz veriyorum, uyuşturucuyu bırakacağım, bebeğe zarar verecek hiçbir şey yapmam.”
Evan onu tutan ellerini kavrayıp kendinden uzaklaştırdı. Yüzündeki ifade, sanki mümkünmüş gibi daha da kötü hissetmesine neden oluyordu. Raimond az önce ölmüştü ama Evan umursamıyor gibiydi.
“Artık otuz yaşındaydım Raimond, kendi hayatımı kurmak istiyorum. Kaçıp Maria'yla evlenecek ve kızımıza iyi bir baba olacağım. Artık ailemde sana yer yok.”
Evan sanki onu uçurumdan aşağı itmişti, Raimond suya çarpmış ve paramparça olmuş gibi hissediyordu. Kulakları uğulduyor, oksijen ciğerlerine girmemek için onunla savaşıyordu. Gözünün önünde dans eden siyah noktalar vardı. Bu anın geleceğini hiç düşünmemişti. Ne yaparsa yapsın Evan onu affederdi, tıpkı Raimond'un onu affettiği gibi.
Kendini bildi bileli onunlaydı, Evan olmazsa Raimond yok olurdu. Bunu biliyordu.
Evan'sız bir hiçti.
Evan'ı bir kolunda Maria, diğer kolundaysa sarışın bir bebekle hayal etti. Ne kadar mutlu, ne kadar da huzurlu görünüyordu. Hatta her zaman çatık duran kaşları bile gevşeyip yay şeklini almıştı. Kendi kendine oluşturduğu tablo o kadar tamamlanmıştı ki...Raimond'a gerçekten yer yoktu. Evan artık bir asalak istemiyordu.
“Lütfen...” diye fısıldadı bir kez daha.
Yine yere çökmüştü, ellerinin üstünde duruyordu. Başı öne eğikti, bu açıdan sadece yere düşen
göz yaşlarını görebiliyordu.
“May sana kardeşinin odasını vermeye gönüllü oldu. Onların evinde kalıp Devontae'nin menajerliğini yapacaksın, kendisi dünyaca ünlü bir ressam. Umarım sana sunduğum bu fırsatın değerini bilirsin.”
“Seninle aç kalmayı tercih ederim.”
“Böyle bir şey olmayacak.”
Evan acıyan gözlerle onu izleyen Devontae'nin omzuna dokunduktan sonra ondan uzaklaşmaya başladı. Raimond ayaklanıp onu yakalamaya davrandı ama daha fazla dayanamamıştı, gözleri karardı.













Devamını Oku »