28 Eylül 2015 Pazartesi

Arkada Kalanlar - Bölüm 3

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 3 – İnsanların en aşağılığı aşık olandır
Beni bırakıp gidebileceğini düşünerek yanılıyorsun sevgilim, benim kalbim bir hapishanedir. Girenin bir daha asla çıkamadığı, soğuk ve karanlık bir hapishane.


“Raimond... Uyan artık...”
Bahar rüzgarı gibi yavaşça yanağını okşayan eli elinin tersiyle itip yüzünü yastığa biraz daha gömdü. Daha uyanmak istemiyordu. Yatağı hiç olmadığı kadar sıcak ve rahattı, tıpkı içi yıpranmış kıyafetlerle doldurulmuş bir ayakkabı kutusuna benziyordu. “Biraz daha Evan.”
Pencere açık olmalıydı çünkü saçlarının arasında serin bir hava dolaşıyordu. Kulaklarına dolan kahkahayı rüzgarda hışırdayan yapraklar süsledi. Kapalı göz kapaklarından içeri giren ışığa bakılırsa çoktan sabah olmuştu. Hatta Evan onu uyandırmaya geldiğine göre öğlen bile olmuş olabilirdi. Evan'ın aksine asla erken uyananlardan olmamıştı.
“Hadi ama, beni biraz daha bekletirsen yalnız başlamak zorunda kalacağım.”
Evan'ın ne demeye çalıştığını anlamıyordu, yine de cevap vermedi. Uyumaya devam etmek istiyordu. Dünyanın sonu gelse bile uyumaya devam edebilirdi. Sonuçta her zaman bu kadar uzun ve derin uyumayı beceremiyordu.
“Madem öyle...”
Raimond sadece soğuk kumaşın örttüğü köprücük kemiklerine değen yumuşak dudakları hissedince ürperdi. Dudaklar hareketlendiğindeyse nefesleri hızlandı. Evan tenini sanki dünyanın en lezzetli şeyiymiş gibi yavaşça ama iştahla tadıyordu. Dişleri omzuyla boynunun birleştiği yere değince gözlerini açtı.
Görüş alanına ilk önce pencerenin dışından onları izleyen ağaçlar ve rüzgarla dans eden beyaz tül perdeler girdi. Sonra içinde bir japon balığının yüzdüğü yere konmuş akvaryum ve birkaç kitabı gördü. Gözleri tembelce iyice yukarı çıkıp kar beyazı çarşaflar ve onun kızarmış tenine eğilmiş kafada dolaştı. Evan'ın düz sarı saçları altın gibi değil de güneşin ta kendisiymiş gibi parıl parıl ve büyüleyiciydi. Raimond'un gözlerini açtığını anlayınca başını ona kaldırdı, sigara dumanı kadar alacalı gri gözleri bütün benliğini doldurdu.
“Günaydın.”
Raimond bu cennete benzeyen odaya nasıl gelmişti? Burası ne onun dağınık, bira şişeleri ve sigara izmaritleriyle kirlenmiş odasına ne de sadece kapı aralığından gördüğü Evan'ınkine benziyordu. Sonra birden bütün olanları hatırladı.
Ellerini Evan'ın deniz köpüğü kadar beyaz omuzlarına yerleştirip onu kendinden uzaklaştırdı. Gerçeklik o kadar fazlaydı ki içine sığmamış ve gözlerinden taşmıştı. “Neden buradasın?” diye sordu titrek bir sesle. “Sen beni terk ettin.”
“Önemli olan şimdi burada olmam değil mi?” Evan ukala bir gülümsemenin yayıldığı dudaklarını gözlerini ondan ayırmadan göğsüne kapattı. “Beni sevdiğini duymak istiyorum.”
Göz yaşları akmak için neyi bekliyordu bilmiyordu ama görüş alanını sevdiği adamın hatlarını kaybedecek kadar bulanıklaştırmıştı. Yavaş yavaş tenini öpmeye devam eden dudaklar karnında o tanıdık elektriklenmeyi hissetmesine neden oluyordu. “Beni sevdiğini söyle...” Odaya giren rüzgar beyaz tülleri bir kez daha uçurdu, içerisi yeni açmış kiraz çiçekleri gibi kokuyordu. Güneş ışınları o kadar parlaktı ki Raimond'un yeni uyanmış gözleri acıyordu.
“Beni seviyorsun.”
Raimond göğsünden başlayan ve kasıklarına kadar inen çizgiyi takip eden dille inlerken başıyla onayladı. Onu seviyordu.
“Beni terk ettin.”
“Sana beni sevdiğini söyle dedim.”
Evan'ın sesi şimdi saldırgan ve asabiydi, tırnaklarını beline batırmıştı. Raimond başını hayır anlamında iki yana salladığında göz yaşları yanaklarından aşağı süzülüp ahşap döşemeye düştü.
“Beni terk ettin...”


“Evan!”
Raimond o kadar hızlı doğruldu ki neredeyse dengesini kaybedip yataktan aşağı düşecekti. Göğsü hızla inip kalkıyordu ve saçları terden sırılsıklamdı. Altındaki çarşafı sıkan ellerini çözüp yüzüne kapadı. Vücudu boğazından yukarı tırmanan hıçkırıklar yüzünden sarsılıyordu. Evan onu bırakmıştı. Gitmişti. Maria ve kızını alıp onu geride bırakmıştı. Hıçkırıkları o kadar güçlenmişti ki zamanla öksürüğe dönüştü.
Yüzüne kapadığı ellerinden birini yumruk yapıp kafasına geçirdi. Ona ağladığı için aptaldı. Onu bırakıp giden birine ağladığı için aptaldı. Onun için hiçbir şey hissetmeyen birine ağladığı için de aptaldı. Dün neler demişti öyle? Bebeğe bakmak, ha? Raimond daha fazla kendini küçük düşürebilir miydi? Kesinlikle hayır.
Hızla kafasına geçirdiği yumruklar yetmeyince tırnaklarını bileğine gömdü, kanatana kadar kendini tırmaladı. Kendine verdiği acının Evan'ın verdiği acının önüne geçmesini umarak tırmaladı. Ta ki göz yaşları kalp kırıklığı yerine acıdan akana kadar tırmaladı. Acı geçici bir şeydi, ne de olsa insanlar gereğinden fazla arsız yaratılmıştı; ama yaralar hep sancırdı. Evan onun kalbindeki en derin yaraydı; asla iyileşmeyecek, asla iyi hissetmesine izin vermeyecek bir yara.
Üstelik şimdi gitmişti.
Aslında on yıl iyi bile dayanmıştı. Kim onun gibi bir çöplükle yaşamak isterdi ki?
Keşke ona layık biri olabilseydi.
Tırnakları aralarına giren etler yüzünden keskinliklerini kaybedince bitkin bir şekilde durdu. Bileklerinden akan sıcak kan pembe güllü çarşafı kırmızıya boyuyordu. Sakinleşmek için derin bir nefes aldığında burnuna sabun ve portakal kokusu doldu.
“Evan tutkulu bir genç olduğun konusunda beni uyarmıştı, ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu.”
Raimond başını sağa çevirdiğinde hemen yanı başında oturan Devontae'yle karşılaştı. Üzerinde bu sefer lekeli gri bir tişört vardı ve saçlarını arkasında minik bir topuz yapmıştı. Ne zamandan beri oradaydı? Kanayan bileğini utanarak arkasına saklamaya davrandı. Devontae'nin koyu kahverengi gözleri bir anlığına bileğine kaydıktan sonra kararına saygı duyuyormuş gibi onun gözlerine çıktı. Yüzüne asıl tepkisini saklamak için duygusuz bir ifade yerleşmişti.
“Biliyor musun, banliyöde yaşamanın en iyi yanı kendi meyve sebzelerini yetiştirebiliyor olman. May içlerinden böcek çıktığı için onları yemiyor ama bence sen tatlarına bayılacaksın. Hatta istersen şimdi aşağı inip birkaç şeftali bile toplayabiliriz, üzerinde çalıştığım bir tablo için şeftaliye ihtiyacım var. O tüylü turuncu şeylere küçüklüğümden beri taparım. Sence de çok güzel değiller mi? Her meyve birer gün batımı gibi, sıcak ve aynı zamanda kadınsı bir aromaya sahip. Bu yüzden bence şeftali en erotik meyvedir. Hey, dur nereye gidiyorsun?”
Raimond Devontae'yi dinlemeyi kesip ayaklanmıştı. Bu saçmalıklarla uğraşamayacak kadar kötü durumdaydı. Şu an tek istediği şey en yakın bara gidip parmaklarını hissedemeyecek kadar sarhoş olmaktı. Belki birkaç hap bile bulabilirdi.
“Bunları dinlemek istemiyorum,” diye homurdandı tişörtünü ararken. “Sırf Evan öyle diyor diye sizinle kalacak değilim.”
Devontae de onun gibi ayaklandı, yapılı ama fit bir vücuda sahipti. Yüzündeki çocuksu ifade olmasa tehlikeli bile görünebilirdi. Ellerini siyah eşofmanının ceplerine tıkıp gülümsedi. Pek çekici olmamasına rağmen güzel bir gülümsemesi vardı.
“Bu oda May'in intihar eden kardeşi Ray'e aitti. Salondaki resme nasıl baktığını gördüm, onda kendinden bir şeyler buldun değil mi? May ve ben onu hayata bağlamak için çok uğraştık ama başaramadık. O bu dünya için fazla güzel ve kırılgandı.”
Ona yaklaşıp kanayan bileğini tuttu. “Ama artık dersimizi aldık, beni atlatmak istiyorsan ukala gülümsemeler ve kötü sözlerden daha fazlasına ihtiyacın olacak.”
Raimond bileğini okşayan parmağa çatık kaşlarla cevap verdi. Devontae'nin gözleri altın iplikle süslenmiş gibi şefkat ve sevgiyle parlıyordu. Evan da çocukken ona böyle bakardı. Onu çöplerin arasında bulduğunda Raimond o kadar şaşırmıştı ki, bir insanın böyle bakabileceğini o zamana kadar bilmiyordu. Ona gözlerin sevgiden parladığını öğreten de unutturan da Evan'dı.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye fısıldadı yorgun bir sesle.
“Evan senin yaşlarındayken hayatımı kurtarmıştı, ona bunu borçluydum.Ve tabii Ray'e de.”
Raimond bileğini sertçe çekip onun yumuşak dokunuşlarından kurtardı. “Burada kalmayacağım.”
“Öyle mi?”
Raimond sonunda atletini bulmuştu. Sigara kokusunun sindiği kumaş parçasını üstüne geçirdikten sonra “Öyle,” diye homurdandı.
“Ben Evan'ın kölesi değilim, sırf o istedi diye burada kalmayacağım.”
“Doğru, ben istediğim için kalacaksın.”
Raimond kaşlarını çattı, biraz önce duyduğu ses şu gülümseyen ve koca bir oyuncak ayıya benzeyen adamdan mı gelmişti? Çünkü öyle birinden gelemeyecek kadar sert, sinsi ve soğuk çıkmıştı. Zagreus'un külleri, diye geçirdi içinden. O da benim gibi iki tarafın arasında kalmış olmalı. Biraz önce yüzünde aptal bir gülümsemeyle şeftalilerden bahseden ressam gitmiş, yerine yüz hatları korkunç bir kararlılıkla dolmuş daha yaşlı bir adam gelmişti.
“Ne demek istiyorsun?” diye kekeledi.
Devontae kanıyla kirlenmiş parmaklarını tekrar onun bileğine doladı, etini lekeleyen yaralar birer yara izine dönüşecek kadar geçmişti. Raimond şaşkınlıkla bileğini çevreleyen siyah çembere baktı. Düz, ince çizgi bir dövme gibi etine kazınmıştı ve Devontae'nin parmaklarının altında obsidiyenden bir bilezikmiş gibi parlıyordu.
Raimond korkuyla nefesini tuttu.
Devamını Oku »

21 Eylül 2015 Pazartesi

Lanetliler Panayırı: Seiren'in Laneti Tanıtım

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!!!

Uyarı: Slash 
Tür: Korku, fantastik, romantik, dram

 "Onu gördüğüm ilk andan itibaren hayatımı mahvedeceğini biliyordum, bilmediğim şey buna engel olamayacak kadar aciz  olduğumdu."
- Aimé Etcheberry

Aimé Etcheberry sorunları olan bir gençti. Mesela gerçek ailesinden ona kalan tek şey bacağındaki bir kurşun iziydi. Sonra evlatlık verildiği aile onu 'olmayan' şeyler gördüğü için tımarhaneye kapatmıştı. Bir de yasa dışı peri kanadı tozu sattığı için Meclis'le başı dertteydi. Ayrıca son zamanlarda hastalığı iyice ilerlemiş ve ölümcül bir hal almıştı.


Ve şimdi, bütün bunlar yetmiyormuş gibi beş yaşından beri ortağı olduğunu iddia eden bir iblisle uğraşması gerekecekti.

Evet, Aimé Etcheberry kesinlikle sorunları olan bir gençti.

 Çok yakında:

http://www.turkfanfiction.net/arsiv/viewuser.php?uid=5222
yyaoihikayeler.blogspot.com

Devamını Oku »

18 Eylül 2015 Cuma

Will ve Wale ikizler - Bölüm 3

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 3 – Hainin altın çağı

Rose Malikanesi belki de William’ın 76 yıllık hayatında gördüğü en büyük klişeydi. Eğer malikanenin önünden geçen bir insan olsaydı, ve tabii vampirlerle ilgilenseydi, orada vampirlerin yaşadığını ilk bakışta anlardı. Üç kişilik Rose ailesi ve onların on hizmetçisinin dolduramayacağı kadar büyük olan bina yaşadıkları dönemin modern dokunuşundan yoksun katı ama ince bir gotik yapıya sahipti. Pencereler vitray ve pahalı kadife perdelerle süslenmiş, iki kişinin sorumlu olduğu bahçeye özenle yabani otlar dikilmiş ve binayı oluşturan taşlar istenildiği gibi yosun tutmuştu.

Ana binadan beslenen üç kule –her kulede bir Rose üyesi kalıyordu- göğe yükseliyor ve gri taştan yapılmış konik çatılarla bitiyordu. Kapı orta çağdan kalma gibi iki kanatlı ve ahşaptandı, üzerinde de demir dövme desenler vardı. Evin önünden geçenlerin meraklı bakışları bir yerden sonra o kadar rahatsız edici olmaya başlamıştı ki aile etraflarına bir duvar örmeye karar vermişti. Sanki malikanenin kalın duvarları yetmiyormuş gibi.

Birkaç dakika önce Wale'in nedenini anlayamadığı bir şekilde iğrenç kokan arabasından inmiş evini izleyen William biraz sonra olacaklar için sabırsızlanıyordu. İki mezar taşından daha sıcak olmayan ailesini tanıyordu, Wale’in aşağılanması ve yaka paça evden atılması an meselesiydi.

Seni hayal kırıklığına uğratacağım ama öyle bir şey olmayacak, beni kabul edecekler.”

Beni ne zaman hayal kırıklığına uğratmadın ki?

Anladığım kadarıyla dışarıda sürtmek seni epey güçlendirmiş, zihin bile okuyabilecek hale gelmişsin.”

Wale güldü ve sarsak adımlarla ona iyice sokuldu. O kadar yakınında duruyordu ki kemerli burunlarının ucu neredeyse birbirine değiyordu. Vücut ölçüleri bile birebir olduğu için ikisi de direk birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Zaman durmuş gibi hissetti ve gözleri buğulandı.

Küçükken kabus görüp uyandığında aynada kendisine bakar ve düz yüzeye yansıyan görüntüsünün abisi olduğunu hayal ederdi. Bütün gece abisi yanı başında yatıyormuş gibi davranır ve hatta arada ona üşüyüp üşümediğini bile sorardı. Uzun bir süre aynalara Wale’miş gibi davranmaktan kendini alamamıştı. Abisinin onu hiç düşünmeden içine attığı yalnızlık William’ı o kadar sefil şeyler yapmaya zorlamıştı ki kendinden utanıyordu.

 İşte bu yüzden gözyaşlarının nedeni sevgi ya da özlem değil, aksine nefret ve kindi.

Sokakta sürtmenin avantajları olduğuna katılıyorum.” Ciğerlerinden çıkan ılık hava William’ın dudaklarını yalayıp geçti. Kendini ana o kadar kaptırmıştı ki ikizinin yüzünü kaplayan hüznü fark edemedi. “Ama dezavantajları da var.”

Ah…William…”

William içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Gözlerinde akmayı bekleyen yaşlar hızla yanaklarından aşağı süzülmeye ve boğazından yukarı zar zor tutabildiği hıçkırıklar yükselmeye başladı. Onu gördüğünden beri kendini tutuyordu ama ismini onun sesiyle duymak… Bu çok fazlaydı.

Onu omuzundan ittiği gibi dış kapıyı açtı ve olabildiğince hızlı bir şekilde eve girdi.

Anne! Baba!” diye bağırdı gözyaşlarını kolunun tersiyle silerken. Şımarık bir çocuk gibi girişte iki yana koşuştururken uzun zamandır kaybetmediği kontrolün ellerinden kayıp gittiğini hissediyor ve daha da sinirleniyordu. Onun gitmesini istiyordu. Bir an önce. Kokusunu duyabildiği her saniye ona karşı ördüğü duvarı paramparça ediyordu.

İlk defa zaman bir vampirin aleyhine işliyordu.

İki el onu omuzlarından tuttu ve kendine çevirdi. “Neyin var, tatlım?” diye mırıldandı annesi endişeyle gözlerini üzerinde gezdirirken. William onu sarmaya çalışan taş kollardan kurtuldu ve “Babam nerede?” diye bağırdı. O kadar hızlı volta atıyordu ki görüntüsü netliğini kaybetmişti.

William Rose! Hemen kendine gel!”

İşte buradaydı.

Annesi gibi hemen arkasında belirmektense asma katın merdivenlerinden yavaşça aşağı inmeyi seçmişti. Babası oldum olası şaşalı girişleri severdi. Kömür siyahı saçlarını iyice taramış ve şekil vermişti, kirli sakalı ve giydiği takım da onu ciddi ama aynı zamanda da sakin gösteriyordu, kırmızı delici gözleri ve kartal gibi küt burnuysa ona korkunç bir hava katıyordu. Sanki asırlık bir vampir olması yeterince korkunç değilmiş gibi.

William da Wale de daha çok bir kediye benzeyen annesine çekmişti. Üçü de altın gibi parlayan sarı saçlara, hafif çekik gözlere, ince dudaklara ve sivri yüzlere sahipti. Çocukluğunu hatırlamıyor olsa ikiz değil üçüz olduklarını bile düşünebilirdi.

Baba o dışarıda!” diye karşılık verdi. Hala bağırıyor ve titriyordu.

Annesinin gözlerine kalan-oğlumuzu-da-kaybettik diyen bir bakış yerleşirken babası gür kaşlarını çatıp “Kim?” diye sordu.

William histeri krizini iyice alevlendiren ikizine baktı, babasının sorusundan hemen sonra içeri girmişti. İki yanı pahalı lambalarla aydınlatılmış süslü ahşap kapının önünde ne kadar da kimsesiz ne kadar da yabancıydı. Üzerindeki hayvan saldırısına uğramış gibi duran yırtık kıyafetleri, dağınık sarı saçları ve makyajıyla malikaneye ve Rose görünüşüne ne kadar da tersti.

William nefret ve özlem; hayranlık ve tiksinti arasında bocalıyordu.

Sanırım benden bahsediyor,” diye fısıldadı kendinden emin bir sesle. Kırmızı gözlerini meydan okurmuşçasına ona dikti ve alaycılıkla kıvrılmış dudaklarının arasından o kelimenin çıkmasına izin verdi, “baba.”


Devamını Oku »

16 Eylül 2015 Çarşamba

Oceanaphile - Bölüm 1

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 1- Ağlara takılmak
Beni tanıyorsun! Unutmuş olamazsın! Hadi sevgilim, gözlerini aç ve seni binlerce kez öpmeyi dilemiş bu dudakları hatırla...

İşte geldik.”
Europa güneş gözlüklerini havaya doğru kaldırıp camdan dışarı baktı. Karşısında bikinileriyle dondurma yiyen kızlar, oyun oynayan çocuklar ve güneşlenen insanlarla dolu klasik bir plaj vardı. Kum, sanki arasına altın tozu karışmış gibi ışıl ışıl ve parlak, duru dalgalar Poseidon iyi günündeymiş gibi yumuşacıktı. Hava o kadar açıktı ki karşıdaki adalar her zamankinden çok daha yakın görünüyordu. Bulutsuz gökyüzündeki tek beyaz gölgeler uçuşan martılardı. İçine dolan huzuru büyük bir gülümsemeyle karşıladı. Oldu olası kalabalık plajları severdi..
Su canlılık demekti, plajlar bunun en büyük kanıtıydı.
Europa küçüklüğünden beri suya bayılırdı, her çocuğun bahçede oynarken çekilen ne kadar videosu varsa onun da denizde o kadar videosu vardı. Annesi onu ilk defa suya soktuğunda bir yaşındaydı, o zamandan beri de denizden kopamamıştı. Oyuncu dalgalar, ne getireceği belli olmayan tuzlu su ve içindeki bin bir çeşit balık ona o kadar büyüleyici geliyordu ki... Okyanusların daha yüzde doksan beşinin keşfedilmemiş olması büyük bir kayıptı.
Europa derinlerde, çok daha derinlerde kesinlikle nefes kesici bir şeyin olduğuna emindi.
Camın önünden annesi geçtiğinde arabadan inip ekipmanları bagajdan çıkarması için ona yardım etmeye koyuldu. Oksijen tüplerini hemen yanına bıraktıktan sonra palet ve bağlantı borularını da aldı. Annesi de babası da deniz memelileri uzmanıydı ve boş zamanlarını okyanusun tabanındaki balık ağı atıklarını temizleyerek geçiriyorlardı. Bu iş ne kadar tehlikeli olsa da bu kez çift Europa'yı onlarla gelmekten alıkoyamamıştı. Ağlara takılıp boğularak ölmek onun da kanını donduruyordu ama suyla ilgili her şey onu o kadar çekiyordu ki Europa her türlü tehlikeyi görmezden gelmeye hazırdı. Hem artık kendi kararlarını verebilen bir delikanlıydı, on dokuzuna sadece iki hafta kalmıştı.
Seni uyarıyorum,” dedi dalgıç kıyafetlerini düzelten babası. “Eğer bizden uzaklaşırsan bu son dalışın olur, burada akıntı sandığından daha güçlü.”
Europa sırıttı, “Merak etme, bugün için neredeyse üç aydır antrenman yapıyorum.”
Babası bunun önemli olmadığını belirten bir el hareketi yaptı. “Evet ama bu ölümsüz olduğun anlamına gelmiyor, beni seni kendime bağlamadığım için pişman etme.”
Baba,” diye homurdandı son oksijen tüpünü de yere bırakırken.
Ailenin tek çocuğu olmaktan daha zor bir şey varsa o da ailenin yapabildiği tek çocuk olmaktı. Annesi de babası da sorun kimde bilmiyordu, ilişkilerinin zedelenmemesi için öğrenmemişlerdi ama Europa'dan önce ve sonra hiç çocuk sahibi olamamışlardı. Europa ondan önce annesinin iki kere hamile kaldığını, ama ikisini de düşürdüğünü biliyordu. Ondan sonraysa ona bir kardeş yapmak istemişler ve yine başaramamışlardı. Bu yüzden ikisi de Europa'yı bir mucize gibi görüyordu. Hatta büyükannesi ona Tanrı'nın hediyesi anlamına gelen Thedorus ismini koymak istemiş ama annesi ilk ve belki de tek çocuğuna kendisi isim koymak istediği için bu öneriyi geri çevirmişti.
Annesi ve babası bir araştırma grubundayken tanışmıştı. Bu yüzden ona, üstünde çalıştıkları Mesoplodon Europaeus'tan uyarlanmış Europa'yı koymuştu. Böylece tek çocukları da hem birbirlerine karşı hem de denize duydukları aşkın izini her anlamda taşıyacaktı.
Europa ismini seviyordu, sonuçta en kötü isim bile Thedorus'dan iyiydi. Üstelik isminin özel olduğunu bilmek hoşuna gidiyordu.
Annesi arabayı kilitlediğinde babasıyla beraber ekipmanları sırtlayıp sahile ilerledi, her adımda dalgaların sesi ona daha da davetkar geliyordu. İnsanlar uyuşturuculara bağımlı olurdu, Europa'ysa denize bağımlıydı. Her fırsatta soluğu denizde buluyordu, en soğuk kış günlerinde bile kendini suya girmekten alamıyordu. Tabii, sonra birkaç gün boyunca yataktan çıkamıyor ve suyu daha çok özlüyordu. Belki de ismi denizde yaşayan bir canlıya ait olduğu için böyleydi, nedenini bilmiyordu ama deniz ona tıpkı bir uyuşturucu gibi etki ediyordu. Şimdiden parmaklarının ucu karıncalanmış ve nefesleri hızlanmıştı.
Dalgıç kıyafetlerini giyerken onunla konuşmaya çalışan annesini görmezden gelecek kadar denize odaklanmıştı. Bir asır gibi süren hazırlıktan sonra babasını takip edip suya girdi.
Ne kadar dalgıç kıyafetleri yüzünden kendini tam anlamıyla özgür hissetmese de su vücudunu sardığı an yeniden doğmuş gibi hissetmişti. Nefeslerini düzenli tutmaya ve kendini suya kaptırıp ailesinden uzaklaşmamaya çalışıyordu, bir yandan da suya açmış gibi gözlerini derinliklerde saklanan mercanlarda gezdiriyordu.

Sayısız renkteki balık pamuk şekerden yapılmış gibi görünen denizanalarıyla dans ediyor ve iki yaşlı olduğu belli olan kaplumbağa yavaş yavaş dinlenecek bir resif arıyordu. Büyük bir coşkuyla suya dalan güneş ışıkları balıkları, denizanalarını ve bütün mercanları değerli taşlardan yapılmış büyülü varlıklarmış gibi parlatıyordu. 

Renk cümbüşü ve suyun altındaki canlılık onu büyülemişti. İlk filozof kabul edilen Thales evrenin arkesinin* su olduğunu düşünüyordu, dolayısıyla evrene ait her şeyin ana maddesi de suydu. Europa Thales'e kesinlikle katılıyordu, suyun içindeyken bütün, eksiksizdi.
Su onu tamamlayan ve yaratan şeydi.
Annesi ve babası biraz daha açıldıktan sonra içi görünmeyen bir mağaraya girmeye karar verdiğinde dışarıda kalmayı tercih etti. Suyun parlaklığından ayrılmak istemiyordu. Ailesinin mağaranın içinde gözden kayboluşunu izledikten sonra arkasını dönüp önünde uzanan yosunlarla kaplanmış kumluğa baktı.
Eriştelerin yer yer seyrekleşmesine bakılırsa burası deniz ineklerinin uğrak yeri olmalıydı. Biraz ileride gözüne yüzeye yükselen bir karaltı takıldığında kaşlarını çattı. Denizin ortasından çıkan siyah bir kasırgaya benzeyen şeye uzun bir süre baktıktan sonra ne olduğunu anlayabildi:
Bir balıkçı ağıydı ve kesinlikle içinde çıkmaya çalışan bir şey vardı.
Tekrar arkasına dönüp mağaraya baktı. Kalbi oraya yüzüp zavallı balığı kurtarmasını söylüyordu, mantığıysa kalıp ailesini beklemesini. Peki ya onlar gelene kadar balık ölürse? Europa böyle bir şeyin sorumluluğunu alamazdı, balığın gözünün önünde can çekişmesini izlemek istemiyordu. Hem ağlar ondan çok da uzak görünmüyordu.
Sanki biri arkadan onu itmiş gibi aniden yüzmeye başladı. Kalbi yüzmenin onda yarattığı heyecan ve yasak bir şey yapmanın verdiği zevkle sersemlemişti, vücudu nedense olması gerekenden çok daha fazla tepki veriyordu. Heyecan, gerilim, korku ve zevk birbirine karışmış düzgün düşünmesini engelliyordu.
Ağı en ince detayına kadar görebilecek kadar yaklaştığında kaskatı kesildi.
Ağdaki bir hayvan değil, insandı.
Hem de kuyruğu olan bir insan. 
*: ana maddesi.
Devamını Oku »

9 Eylül 2015 Çarşamba

Arkada Kalanlar - Bölüm 2

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 2 – Yeni bakıcı
Sen benim melek kanatlı kurtarıcımsın; sağ elinde aşkını, sol elindeyse zehrini taşıyorsun. Sağ! Sağ elini uzat bana aşkım! Solundan çok tattım!


Raimond motor durduğu an uyandı. Nerede olduğunu hatırlamak için etrafına bakındıktan sonra gözlerini dikiz aynasına çevirdi, Evan onu uyandırmak zorunda kalmadığı için rahatlamışa benziyordu. Gözlerini ovaladıktan sonra tembelce kafasını kaşıdı. Bu, son zamanlarda çektiği en iyi uykuydu. Uyuşturucu ve alkol yüzünden gözlerinin altındaki patlıcan moru torbalara alışacak kadar uzun bir süredir uyuyamıyordu.
Evan'ın sabırsızlığını belli etmek için verdiği sesli nefesi duyunca ürkek bir çocuk gibi arabadan indi. Daha önce şehrin bu kısmına hiç gelmemişti. Önlerinde sıralanan iki katlı, ahşap evlere baktı. Her birinin bahçesi sokak lambalarının ışığında parlayan bakımlı çimenler ve pahalı çiçeklerle süslenmişti. Sokağın en ucundaki ev dışında bütün pencereler sanki uyuyorlarmış gibi karanlıktı. Evan'ı takip etmeye başladığında görüş alanına giren bisikletlere bakılırsa şehrin banliyösündelerdi. Raimond böyle bir yere girmek için fazla serseriydi.
Üç tekerlekli bisiklet sürüsüne, bahçeye konulan cüce biblolarına ve çatılardaki horoz şeklindeki rüzgar güllerine büyülenmiş gibi baktığını fark edince rahatsız oldu. Asla böyle şeyleri olmamıştı. Gerçek ailesiyle olan hayatını hatırlamıyordu, Evan'sa ne kadar çalışsa da ona bu kadar pembe bir hayat verememişti. Bu yüzden bütün bunları kıskanıyor mu yoksa saçma mı buluyor anlayamadı.
Bahçesinde köpek kulübesi olan evin önünden geçerken kendini tutamayıp bir süreliğine durdu. Bir kedi-insan olmasına rağmen köpeği olmasını çok isterdi. Bazen artık bir köpek alabilecek kadar parası olduğunu kendine hatırlatıyor ama harekete geçemiyordu. Köpek onun küçüklüğüne ait bir hayaldi, artık gerçekleştirmek için fazla büyük ve ruhsuzdu.
Banliyönün temiz havası Raimond'un şehir havasına alışmış ciğerlerini yakıyordu, gökyüzü burada yıldızlarla kaplıydı ve etrafta arabaların aksine sadece ateş böcekleri ses çıkarıyordu.
Evin Barbie perdeli penceresine baktı, oyuncağına sarılmış uyuyan çocuğu hayal edebiliyordu. Ne kadar şanslı olduğundan haberi bile yoktu. Raimond onun gibi yan odada yatan iki ebeveyn ve aşağıda onu bekleyen bir köpeği olmasını ne kadar da isterdi. Her çocuk gördüğünde olduğu gibi, şimdi de aklına kendi ailesi gelmişti.
Onu neden bırakmışlardı ki?
Birkaç adım ilerisinde onu bekleyen Evan sessizliğini koruyordu, Raimond onun saygısından değil umursamazlığından sustuğuna emindi. Yanaklarından aşağı süzülen yaşları silip yürümeye devam etti. Asla sahip olamayacağı şeyleri hayal edip durmak, asla bilemeyeceği şeyleri merak etmek kadar boş bir uğraştı.
Attığı her adımla merakı daha da artıyordu. Evan da en az Raimond kadar belalı bir tipti, hatta son zamanlarda başı Raimond'dan daha çok belaya giriyordu. Nasıl oluyordu da Evan gibi bir serserinin banliyöden bir arkadaşı olabiliyordu? Gerçi Evan arkadaş olduklarını söylememişti ama Raimond en olası seçeneğin o olduğu kanısındaydı.
“Madem son eve kadar yürüyecektik, neden arabayı oraya park ettin?” diye homurdandı.
Evan omuz silkti, “Bilmem, o öyle istedi.”
Evan önlerindeki ahşap kapıyı iki kere tıklattıktan sonra “İçeride uslu bir çocuk olmanı istiyorum, tamam mı?” diye sordu. Raimond'ın aklına sadist ve mazoşistlerin olduğu fanteziler gelmişti. “İçeride küfür etmeni ya da bir şeyleri kırıp dökmeni istemiyorum.”
“Demek beni sinirlendirecek biriyle tanışacağım.”
Evan karşılık verme fırsatı bulamadan kapı açıldı, önlerinde ikisinden de kısa bir kadın duruyordu. Üzerindeki mavi çiçekli elbise ve beyaz terlik kombinasyonuna bakılırsa yatmaya hazırlanıyordu. O kadar temiz görünüyordu ki Raimond üzerinde kanlı bir atlet ve siyah, dar bir pantolon olduğu için utandı, Evan'sa gözlerini kadına değil içeri dikmişti.
“Merhaba May, Devontae içeride değil mi?”
Kadın en fazla yirmi beş yaşında gibi gösteriyordu ama gelenleri görür görmez en az beş yıl yaşlanmıştı.
“İçeride, hadi gelin.” Kadının kahverengi gözlerindeki hoşnutsuzluk sesine yansımıştı.
Raimond'un burada istenmediğini anlayamaması için aptal olması gerekiyordu. Sesindeki sertliği anlamasa bile onu süzen gözlerindeki küçümser ışıltıyı görmemek imkansızdı. Banliyöde yaşayanların çok daha sıcak kanlı olması gerekmiyor muydu? Eğer Evan içeri girmese, Raimond sonsuza kadar kötü bir şey yapmış bir çocuk gibi başı önde kapının önünde durabilirdi. İçerisi tıpkı kadın gibi temiz ve sadeydi.
Beyaz koltuklar bej yastık ve örtülerle süslenmiş, ortada duran masanın üstüne sadece birkaç dergi bırakılmıştı. Duvarları süsleyen tablolarsa bu kadar basit bir banliyö evine uymayacak kadar... korkunçtu.
Raimond sadece birkaçına bakabilmişti, en çok ilgisini çeken İsa gibi kolları iki yana açılmış bir çıplak erkek figürüydü. Her yerinden kemikler fırlamış vücudu bembeyazdı; bu yüzden yaralarından akan kan ve onu saran sarmaşıklar olduğundan çok daha canlı görünüyordu. Adamın gözleri kapalıydı ve kanlı yaşlarla süslenmişti, kalbinden vücudunu saran sarmaşıklar çıkıyordu. Ama tablonun en can alıcı kısmı arka plandaki hastalıklı kalpti. Adam çarmıh yerine bu siyah damarlı kalbe gerilmişti.
“Evan, hoş geldin.”
Kulaklarına dolan yumuşacık sesin kaynağını görmek için arkasını döndü.
Salonun girişinde genç bir adam duruyordu. Kahverengi gür saçları dalgalı ve ışıl ışıldı, gözleriyse saçlarından çok daha koyu bir kahverengiydi ve bir erkeğe göre oldukça iriydi. Kalın dudakları ve biraz irice bir burnu vardı. İncecik boynu ucu görünmeyen bir kolyeyle süslenmişti, üstünde sadece basit bir siyah gömlek ve kot pantolon vardı. Bu klasik insan vücudunu biraz dikkate değer yapan tek şey gözlerindeki ışıltıydı.
Ve tabii her yerindeki boya izleri.
Raimond'un ona baktığını görünce yüzüne parlak bir gülümseme yerleştirip ona doğru bir adım attı, bir yandan da pantolonun içine sıkıştırdığı pis bezle ellerindeki boyayı temizlemeye çalışıyordu. Ovuşturmaktan kıpkırmızı kesilen elini ona uzatırken “Sonunda tanışabildiğimiz için çok mutluyum,” diye şakıdı.
Raimond ona uzatılan eli sanki zehirli bir şeymiş gibi korkuyla kavradı. Gözleri, onu süzen ışıltılı gözlerde değil Evan'daydı. Evan onun çaresiz bakışlarını anlamış gibi ikisine yaklaşıp “Seni dostum Devontae'yla tanıştırayım,” diye söze başladı. “Bundan sonra o ve karısı May'le kalacaksın.”
Elini elektrik çarpmış gibi Devontae'nin elinden sertçe kurtarıp geriledi.
Dudaklarından sadece bir kelime çıkabildi, “Ne?”
Evan sanki ondan su istiyormuş gibi umursamaz bir sesle “Ben gidiyorum,” diye tekrarladı.
“Ne demek gidiyorum!” Evan içeri girmeden önce uslu bir çocuk olmasını tembihlemişti, ama sesini değil vücudunu bile kontrol edemiyordu. Titremeye başlamıştı, üstelik başı dönüyordu. Sanki biraz önce kalbi yerinden çıkarılmıştı ve vücudu can çekişiyordu.
“Raimond...” Evan ona değil yerdeki kilime bakıyordu. “Meclis Robert'ın Yeri'ne sattığım kaçak etleri bulmuş, peşimdeler. Kaçmam gerekiyor.”
“Tamam!” diye atıldı, yaşlar çoktan gözlerinden aşağı akmaya başlamıştı. “Bu seninle ilk kaçışımız değil! Yemin ederim sana hiç zorluk çıkarmam, hatta biri bizi yakalarsa kendimi feda bile ede-”
Maria hamile.”
Raimond neredeyse yere düşecekti. Şimdi bir de bebekleri mi olacaktı? Hıçkırıkları boğazını yırtacak kadar gürültülü ve acılıydı, yine de kalbinde hissettiği acının yanında hafif bir gıdıklama gibi kalmıştı.
Yine “Tamam,” dedi. “Siz yokken bebeğe bakarım, onu beslerim. Evde temizlik yaparım. Evan beni bırakamazsın, lütfen.... Çocuğu gezdiririm, ona abilik yaparım. Okuldan alırım. Evan! Lütfen!” Yere çöktü, onu izleyen evli çift umurunda bile değildi. Sevdiği adamın çocuğa bakmayı teklif edecek kadar düşmüştü ne de olsa. “Beni bırakırsan, ölürüm. Bunu biliyorsun! İlk fırsatta kendimi yine uyuşturucuya veririm. Bununla yaşayabilir misin?”
Zar zor yerden kalkıp kaşları çatık bir şekilde kilime bakmaya devam eden
Evan'ın yakasına yapıştı. “Beni neden eskisi gibi sevmiyorsun? Ne yaptım? Bunların hepsi erkeklerle yattığım için mi? Beni bırakırsan yemin ederim kendimi öldürürüm! Söz veriyorum, uyuşturucuyu bırakacağım, bebeğe zarar verecek hiçbir şey yapmam.”
Evan onu tutan ellerini kavrayıp kendinden uzaklaştırdı. Yüzündeki ifade, sanki mümkünmüş gibi daha da kötü hissetmesine neden oluyordu. Raimond az önce ölmüştü ama Evan umursamıyor gibiydi.
“Artık otuz yaşındaydım Raimond, kendi hayatımı kurmak istiyorum. Kaçıp Maria'yla evlenecek ve kızımıza iyi bir baba olacağım. Artık ailemde sana yer yok.”
Evan sanki onu uçurumdan aşağı itmişti, Raimond suya çarpmış ve paramparça olmuş gibi hissediyordu. Kulakları uğulduyor, oksijen ciğerlerine girmemek için onunla savaşıyordu. Gözünün önünde dans eden siyah noktalar vardı. Bu anın geleceğini hiç düşünmemişti. Ne yaparsa yapsın Evan onu affederdi, tıpkı Raimond'un onu affettiği gibi.
Kendini bildi bileli onunlaydı, Evan olmazsa Raimond yok olurdu. Bunu biliyordu.
Evan'sız bir hiçti.
Evan'ı bir kolunda Maria, diğer kolundaysa sarışın bir bebekle hayal etti. Ne kadar mutlu, ne kadar da huzurlu görünüyordu. Hatta her zaman çatık duran kaşları bile gevşeyip yay şeklini almıştı. Kendi kendine oluşturduğu tablo o kadar tamamlanmıştı ki...Raimond'a gerçekten yer yoktu. Evan artık bir asalak istemiyordu.
“Lütfen...” diye fısıldadı bir kez daha.
Yine yere çökmüştü, ellerinin üstünde duruyordu. Başı öne eğikti, bu açıdan sadece yere düşen
göz yaşlarını görebiliyordu.
“May sana kardeşinin odasını vermeye gönüllü oldu. Onların evinde kalıp Devontae'nin menajerliğini yapacaksın, kendisi dünyaca ünlü bir ressam. Umarım sana sunduğum bu fırsatın değerini bilirsin.”
“Seninle aç kalmayı tercih ederim.”
“Böyle bir şey olmayacak.”
Evan acıyan gözlerle onu izleyen Devontae'nin omzuna dokunduktan sonra ondan uzaklaşmaya başladı. Raimond ayaklanıp onu yakalamaya davrandı ama daha fazla dayanamamıştı, gözleri karardı.













Devamını Oku »

8 Eylül 2015 Salı

Will ve Wale ikizler - Bölüm 2

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEK ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN ŞİDDETLE OKUMAMASI TAVSİYE EDİLİR.


Bölüm 2 – Canavarların bile favori çocukları vardır

“Kaçırdığınız çocuğun kim olduğunu biliyorsunuz değil mi?”

“William Rose,” diye cevap verdi mavi saçlı olan temkinli bir sesle. Bir misafir beklemediği ve bu yüzden gerildiği belliydi. William ona hak veriyordu, o bile bunu beklemiyordu. Onu çoktan hayatından çıkarmış ve anılarını bir tabuta koyup gömmüştü. “Rose ailesinin en küçük üyesi.”

“Madem öyle, siz iki gerzeğin beni de tanıyor olması gerekir.”

“Aman tanrım…” diye fısıldadı Jack. “Wale Rose.”

William ona bakmasa da yüzünde ürkütücü bir gülümseme olduğunu görür gibiydi. Abisinin ismi vampirin dudaklarından bir hayaleti anıyormuş gibi korku ve şaşkınlıkla çıkmıştı. “Madem tanışma faslı bitti…” diye fısıldadı Wale tembel bir sesle. “en sevdiğim kısma geçebiliriz.”

William vampir kardeşler bağrışmaya başladığı an gözlerini sımsıkı kapattı. Etin parçalanma ve kanın yere sıçrama sesi en küçük hücresine kadar işlerken burnuna iştah açıcı kan kokusu doldu. Birkaç saniye içerisinde yerin altında hareket eden ölümsüzlerden ikisi eksilmişti. Ürpermeden edemedi. Vampir olmasına rağmen birini öldürürken rahatsız oluyordu. Zaten camianın onu tam bir ‘vampir’ olarak görmemesinin birkaç nedeninden biri de buydu.

Ona yaklaşan ayak sesleri iyice yükselip aniden kesildiğinde gözlerini açmadı. Burnuna artık tanıdık gelmeyen parfümü doldu ve vücudu unuttuğu bu vampiri tehdit olarak gördüğünden kasıldı. Bağlanmış vücudunun üstüne düşen siyah gölgesini bile hissedebiliyordu ve bu daha da berbat hissetmesine neden oluyordu. Bir gün tekrar karşılaşacaklarının o da farkındaydı ama böyle olmasını planlamamıştı. Aklında hep onun özlemiyle perişan olmuş bir Wale ve güçlenmiş Will vardı.

“Gözlerini açmayacak mısın, ikiz?”

‘İkiz’ini uğraştırmayıp göz kapaklarını araladı. Küçüklüğünde de hiç düşünmeden onun dediklerini yapardı. Gözleri yavaşça onun zımbalı botlarından yukarı çıktı, yırtıklarla dolu pantolonunu geçti ve aynı pantolonu gibi yırtık tişörtünde durmayıp yüzüne yükseldi. Herkes hayatında en azından bir kere aynaya bakmıştır, değil mi? İşte, William’ın ikizine bakarken hissettiği şey de buydu. Sanki Wale hiç olmamıştı, sadece bakmayı çok sevdiği bir ayna vardı.

Gerçi William’ın 16 yaşındaki ergenler gibi ağır bir gotik makyajı yoktu.

“Gözlerindeki bu ağlamaklı ifadeyi bile özlemişim Willy.”

William dudaklarını birbirine bastırmaya devam etti. Wale onu bırakalı tam altmış yıl olmuştu ve dudaklarını açarsa içinde tuttuğu, ona söyleyemediği her şeyin dışarı çıkacağından korkuyordu. 

“Neyse, evde bol bol özlem gideririz.”

Onun hizasına indi ve kırmızı gözlerini onun buğulanmış gözlerinden hiç ayırmadan ipleri çözmeye başladı. Vampirler ne kutuplar kadar soğuk ne de insanlar kadar sıcaktı, yine de William ikizinin onu hem üşüttüğünü hem de terlettiğini hissediyordu. Bu özlem miydi? Yoksa nefret mi? Ya da kırgınlığın getirdiği hırs?

İkizinin vampirlere karşı güçlendirilmiş ipleri nasıl çözdüğünü umursamadan onun arkasından ayağa kalktı. Wale parmağını William'ın hala eski haline dönmemiş köpek dişine sürttü. Bütün vücudu titrerken dudaklarından ılık bir nefes kaçtı. Köpek dişleri belki de vampirlerin en hassas noktalarından biriydi. Kaşlarını çattı. Gözleri neredeyse Wale’in de onu özlediğini inandıracak kadar yoğun bakıyordu.

Birkaç saniye sonra parmağı alt dudağına indiğindeyse geriledi. Aralarındaki mesafe sayesinde onu baştan aşağı görebiliyordu. Evet, kesinlikle William’ın kopyasıydı ama daha çok onun 17 yaşındaki halini andırıyordu. Yüzü onunki gibi şekillenmemişti ve olgunluktan yoksundu. Erken donmuş, diye düşündü.

Doğan vampirler tıpkı insanlar gibi büyürdü ve bu büyüme dönemi kanlarının güçlerine göre uzayıp kısalırdı. William 22’sinde büyümeyi kesmişti. Aynı kanı taşıdıklarını düşünürlerse Wale’in 17’sinde donması ilginçti. Onu bu kadar erken yaşta donmaya iten zor bir hayatı olmalıydı. Saniyenin küçük bir bölümünde kendine ona acımak için izin verdi.

“Tanrım Willy!” diye bağırdı birden. “bir şey söylemeyecek misin?”

Konuşmadan önce başını çevirip vampir ezmesi haline gelmiş iki zavallı kardeşe baktı. “Onları öldürmeden önce kimin için çalıştıklarını öğrenmeliydik.”

Wale ona ölümcül bir bakış attı ya da en azından onu yumruklayacak gibi duruyordu. Daha duygusal bir şeyler ya da ağlamasını beklediği belliydi. Ama William ona istediğini vermeyecekti. Son altmış yıl Wale’in bıraktığı zayıf çocuğa çok şey katmıştı.

“Bu da bir şey sayılır,” diye homurdandı Wale ellerini ceplerine tıkıp yürümeye başlamadan önce. “hadi eve gidelim. Annem seni merak etmiştir.”

“Seni o eve alacaklarını hiç sanmıyorum,” diye tısladı buz gibi bir sesle.

Wale ona dönmedi ama tekrar yürümeye başlamadan önce biraz durdu. Tüneli aydınlatan cam yeşili ışıkların altında yorgun, uzak ve vahşi görünüyordu. “O canavarların favori çocuğu olmadığımı biliyorum ama o ev her Rose vampirinin hakkıdır.”

Sinirleri o kadar gerilmişti ki gülmeden edemedi. “Hayatının çoğunu evin dışında geçirdiğin için onları tanımıyor olman normal.”

“Sadece kapa çeneni ve yürü Willy.”


Devamını Oku »

2 Eylül 2015 Çarşamba

Arkada Kalanlar- Bölüm 1

DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!

Bölüm 1- İçimizdeki boşluklar
Ben körüm ve sen karanlıksın. Senden nefret ediyorum, ama gözüm senden başkasını görmüyor.

Yunan mitolojisine göre Zagreus, Zeus ve kızı Persephone'un oğludur. Zeus onu o kadar çok sever ki mirasının ve gücünün ona kalmasını buyurur, bunu duyan Hera'ysa büyük bir kıskançlıkla Zagreus'u titanlara parçalatıp yedirtir. Zeus oğlunun öldüğünü öğrendiğinde yıldırımlarıyla bütün titanları küle dönüştürür. İşte mite göre insan da bu küllerden yoğurulmuştur.
İyiliği, sevgiyi ve güzelliği Zagreus'un küllerinden; kötülüğü, çirkinliği ve gaddarlığı da onun küllerine karışmış titanlardan gelir.
Raimond bu mite en az Tanrı'ya inandığı kadar içten inanıyordu. Belki de bu yüzden uzun uzun aynaya baktığında gözlerinin içinde saklanan kötü titanları ve acı çeken Zagreus'u görebiliyordu. O, bu iki mitik kahramanın karışımı gibiydi. Ne siyah, ne beyazdı. Sadece arada tamamen beyaz, bazen de tamamen siyah olabiliyordu.
Ve böylesine arada kalmak onu çok yoruyordu.
Neyseki Zagreus'un kardeşi Dionysos insanlara onları sersemleten, sorunlarından uzaklaştıran ve düşünme yetilerini bile ellerinden alan bir şey armağan etmişti. Raimond son zamanlarda içtiği bütün şarap şişelerini biriktirse kendine bir ev yapabilirdi. Evan sürekli sarhoş olduğu için onu azarlıyordu ama bu kadar kötü durumda olması onun suçu değildi. Kim acı çekmemek için çabalayan bir insanı suçlayabilirdi ki?
Evan'ın canı cehenneme, diye düşündü büyük bir nefretle.
Birinin dudakları onun dudaklarının üzerinde gezinirken bile onu düşündüğü için kendine kızıyordu. Artık onu geride bırakıp kendi hayatını yaşamaya başlasa iyi olacaktı. Evan onun çocukluk aşkıydı, ve Raimond artık büyümüştü. Vücudu on dokuz gösteriyor olabilirdi ama içinde çok daha yaşlı hissediyordu. Tıpkı yorgun, somurtkan ve huysuz yaşlılar gibiydi. Hani şu öldüğünde kimsenin umurunda olmayacak olanlardan. Siyah saçlarında gezinen ellere onu bu hayatta tutan tek şeymiş gibi asıldı. Karşısındaki sırtlan çocuğun böyle bir şey beklemediği duraksamasından belliydi.
Dudaklarını onunkilerden uzaklaştırdı, bar tabelasının kırmızı ışığı yüzüne yansıyordu. Asyalı olduğunu belli edecek kadar çekik gözleri ve çıkık elmacık kemikleri vardı. Küt burnunun altındaki dudakları dolgundu ve elmacık kemikleriyle güzel bir uyum içindeydi. Tıpkı Raimond gibi o da düz, siyah saçlıydı. Öpüşmekten kızarmış dudaklarında garip bir gerginlik vardı. Raimond umursamadı. Canlılar ve cansızlar onun için aynıydı, farklı olan tek şey ne yazık ki Evan'dı.
Garip bir kendini beğenmişlikle dünyadaki dikkatini hak eden tek kişinin Evan olduğunu düşünüyordu.
“Ne?” diye homurdandı huzursuz bir sesle.
“Burada mı sevişmek istiyorsun?”
Raimond bu soruyu duyana kadar nerede olduğunun farkında değildi. Gözlerini kırpıştırıp etrafa bakındı. Çocuğun sırtından geriye baktığında gelip giden insanları, başını hafifçe kaldırdığında üzerinde Narcissus'un Aşkı yazan tabelayı ve gözlerini yana çevirdiğinde yosun tutmuş duvarı görüyordu. Barın girişindeydiler.
Kayıtsızlığını saklama gereği duymadan “Aklında daha iyi bir yer var mı?” diye sordu.
Çocuk bunu sormasını bekliyormuş gibi hevesle başını salladı ve onu elinden yakaladığı gibi çekiştirmeye başladı. Raimond yüzüne duygusuz bir gülümsemenin yayılmasına izin verdi. Neredeyse her gece aynı şeyi yaşamak onda garip bir alışkanlık olmuştu. Her gece Narcissus'un Aşkı'na gelir ve birilerini bulurdu. Dudaklarına değen her dudakta Evan'ı unutturacak bir şeyler arıyordu. Daha bulamamış olması üzücüydü.
Daha ismini bile bilmediği çocuk onu barın hemen yanındaki çıkmaz sokağa götürdüğünde ne düşüneceğini bilemedi. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki Raimond onun kendisini gösterişli evine ya da pahalı bir otele götüreceğine emindi. Sırtını tekrar duvara yaslarken “Ne kadar da yaratıcısın,” diye dalga geçmeden edemedi.
Çocuğun boğazından sırtlanlarınkine benzer bir kıkırdama yükseldi. “Ah, daha hiçbir şey görmedin.”
Hareketleri bu sefer çok daha şiddetliydi. Çocuğun dişleri sürekli dudaklarına değiyor ve tırnakları teninde hafif yaralar açıyordu. Vücudu her an patlamaya hazır gibi tetikte ve kontrolsüzdü. Raimond kendini çocuğa bırakmak için sabırsızlanıyordu, öpüşerek zaman kaybetmek ona göre değildi. Aceleciliğini göstermek için aşağı indirdiği eli çocuk tarafından başının üstüne sabitlendi. Çocuğun bir eli iki elini de yukarıda sabit tutuyor, diğeri de cebinden bir şey çıkarmaya çalışıyordu.
Başını duvara yaslayıp gözlerini şehir ışıkları yüzünden aydınlık gökyüzüne çevirdi, çocuğu prezervatif ararken rahatsız etmek istememişti.
Keşke bana yaptıklarını görebilseydin...
Acaba seni silmek için vücuduma ettiğim işkenceyi görebilseydin yüzüme bu kadar rahat gülümseyebilir miydin?
Burnunun sancıdığını hissedince Evan'ı düşünmeyi kesti, zaten çocuk da hazırmış gibi leopar desenli atletini yukarı sıyırmıştı. Tenini yırtan sert bir şey hissedince başını hemen aşağı indirdi. Çocuk kör bir bıçakla karnının sağ kısmına küçük bir kesik açmıştı.
“Ne yapıyorsun?” diye tısladı ellerini ondan kurtarmaya çalışırken.
“O böbreklere ihtiyacım var,” diye cevap verdi çocuk. “Onlara çok para verecek bir kedi buldum.”
Demek çocuk bu yüzden yanına oturmadan önce hangi türden olduğunu sormuştu. İçgüdüleri kendini korumasını haykırıyordu, Raimond gözlerini kapayıp başını tekrar duvara yasladı.
“Tamam o zaman, devam et.”
Evan'ı hayal etti. Onu burada kanlar içinde bulduğunda ne yapacaktı acaba? Gözleri dolacak mıydı? Raimond birkaç yıldır yaşadığını hissetmiyordu, bu yüzden ölmek onun için büyük bir değişiklik olmaya
caktı. Zaten her zaman ölüsünün canlısından daha yararlı olduğunu düşünmemiş miydi? En azından gübre olur ve çiçeklerin büyümesine yardım ederdi. Raimond çiçekleri severdi. Özellikle de menekşeleri.
Bıçak biraz daha derine indiğinde acıdan nefesini tuttu. İntihar etmek hiçbir zaman aklına gelmemişti ama bir tehlikeyle karşılaştığında kendini kurtarmaya çalışmayacak kadar sıkılmıştı yaşamaktan. Üstelik dokuz yıldır ona asalak gibi davranan birine aşık olmak onu oldukça yormuş, çökertmişti.
Yaptığı her şeyin nedeni Evan'dı; bileklerindeki kesikler, alkol ve uyuşturucu sorunu... Şimdi de bir nevi Evan yüzünden ölecekti. Tanrı kesinlikle hak etmeyen insanlara iki hayatı kontrol etme gücü veriyordu.
Sağ kulağının yanında bir şey duvara sertçe çarpınca gözlerini açtı. Asyalı çocuğun kafası geriye düşerken kısa bir süreliğine saçları yanaklarına değmişti. Çocuk yere yıkıldığında onun yerini iri cüsseli biri doldurdu.
Çıkmaz sokak karanlıktı ama Raimond'un onu görmesi için ışığa ihtiyacı yoktu. Gri gözlerinin badem şekli ve deli parlaklığı, kalkık burnu, ince ama şekilli dudakları, sivri çenesi, pürüzsüz teni ve boynundaki minik ben; onun her hattını göz kapaklarına kazımış gibiydi. Ondan yayılan tehditkar hava yüzünden mi yoksa karnındaki yaradan mı bilmiyordu ama panik olmuştu.
“Burada ne arıyorsun?” diye kekeledi.
“Seni.”
“İyi, aramanda başarılar.”
Evan ondan izin almadan atletini sıyırdı ve çoktan yavaşça kapanmaya başlayan yarıklara baktı. Bir süre ikisi sessizce etin kendini yenilemesini ve kırmızı yaranın yerini ince bir pembe çizgiye bırakmasını izledi. İz de silindiğinde sol yanağına yediği yumruk yüzünden dengesini kaybedip yere kapaklandı.
Eli acıdan sızlayan yanağına gitti. “Bu ne içindi?”
“Kendini savunmadığın için,” diye bağırdı Evan. “Ölmeye gerçekten bu kadar meraklıysan git bir yerden atla. Seni aptal, hep böyleydin! Yüzleşmek yerine kendini içkiye, uyuşturucuya veriyorsun; onlar da yetmiyormuş gibi şimdi de suçlularla mı sürtmeye başladın?”
Raimond duvardaki çıkıntılardan güç alarak ayağa kalktıktan sonra “Siktir git,” diye tısladı. “Beni sürekli kurtarman gereken bir aptal gibi görmene daha fazla katlanmak istemiyorum.”
Evan yakasından çekip bir kez daha sol yumruğunu ona geçirdi, bu sefer Raimond sadece sendelemekle kurtulmuştu.
“Hala mızmızlanıyorsun! Hadi! Bana vursana, kendini savunsana! Hayatında bir kere de kendi adına bir şey yap, seni siktiğimin böceği!”
Raimond tahminen küçük bir kedi ailesinden geliyordu. Evan onu tesadüf eseri çöplerin arasında baygın yatarken bulmuş ve evine almıştı. On yaşından beri ikisi ayrılmaz bir ikili olmuştu. Evan büyük bir sevgi ve sorumlulukla bu yaşına kadar Raimond'a bakmıştı. Ama yasa dışı işlere bulaşıp başını Meclis'le derde soktuğundan beri ikisinin arası açılmıştı. Bir de tabii Maria vardı, Evan'ın sürüsünden olan bir kurt kız.
Eski Evan'ı o kadar özlüyordu ki... O yumuşak kahkahasını ve saçlarını karıştırmasını özlüyordu. Aradan neredeyse bir yıl geçmişti.
Raimond onun kışkırtmasına gelmedi, bir kurda saldıracak kadar aptal değildi. Arkasını dönüp yürümeye başladı. Bir an önce eve gidip televizyonun karşısında kestirmek istiyordu. Belki çok şanslıysa Evan eve geldiğinde üstüne battaniye örterdi. Sırf bu umutla ne kadar üşürse üşüsün yatarken üzerine bir şey almıyordu.
“Seni biriyle tanıştırmak istiyorum, bizi evinde bekliyor.”
“İlgilenmiyorum,” diye tersledi. Evan onu en son Maria'yla tanıştırmak istemişti. Maria hiç hayatlarına girmemiş olsa eskisi gibi olurlar mıydı merak ediyordu. Eskisi gibi koltuklarında televizyon izlerken uyuyakalırlar mıydı? Birbirlerinin mısır gevreklerini kaşıklayıp beraber duş alırlar mıydı? İç sesi hemen hayır, diye cevapladı. Evan'la böyle şeyler yapmayı Maria'dan çok önce kesmişlerdi.
Evan aralarındaki mesafeyi kapatıp onu yakasından çekiştirmeye başladı. Raimond yolun biraz ilerisinde bekleyen arabasını hemen tanımıştı.
“Sana ilgilenip ilgilenmediğini sormadım zaten, bin şu arabaya.”
Evan'ın onu bir çöp poşeti gibi arka koltuğa atmasına izin verdi. Arabanın tanıdık mentol ve sigara karışımı kokusu hemen burnuna dolmuştu. Bu araba neredeyse onunla yaşıttı, Raimond bir zamanlar arka koltukla uyumaya bayılırdı. Çocukken rahat bir yatak gibi gördüğü arabaya yaka paça atıldığını düşününce içi acıdı.
“En azından kim olduğunu söyle.”
Evan ona cevap verme gereği bile duymadı. Raimond bıkkın bir iç çekip başını cama yasladı ve gecenin içinde kaybolup giden silüetleri izlemeye koyuldu.






Devamını Oku »