DİKKAT: BU HİKAYE İKİ ERKEĞİN ARASINDAKİ ROMANTİZMİ ELE ALMAKTADIR, RAHATSIZ OLANLARIN OKUMAMASI ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR!!
Bölüm 3 – İnsanların en aşağılığı aşık olandır
Bölüm 3 – İnsanların en aşağılığı aşık olandır
Beni bırakıp gidebileceğini
düşünerek yanılıyorsun sevgilim, benim kalbim bir hapishanedir.
Girenin bir daha asla çıkamadığı, soğuk ve karanlık bir
hapishane.
Bahar rüzgarı gibi yavaşça
yanağını okşayan eli elinin tersiyle itip yüzünü yastığa
biraz daha gömdü. Daha uyanmak istemiyordu. Yatağı hiç olmadığı
kadar sıcak ve rahattı, tıpkı içi yıpranmış kıyafetlerle
doldurulmuş bir ayakkabı kutusuna benziyordu. “Biraz daha Evan.”
Pencere açık olmalıydı çünkü
saçlarının arasında serin bir hava dolaşıyordu. Kulaklarına
dolan kahkahayı rüzgarda hışırdayan yapraklar süsledi. Kapalı
göz kapaklarından içeri giren ışığa bakılırsa çoktan sabah
olmuştu. Hatta Evan onu uyandırmaya geldiğine göre öğlen bile
olmuş olabilirdi. Evan'ın aksine asla erken uyananlardan olmamıştı.
“Hadi ama, beni biraz daha
bekletirsen yalnız başlamak zorunda kalacağım.”
Evan'ın ne demeye çalıştığını
anlamıyordu, yine de cevap vermedi. Uyumaya devam etmek istiyordu.
Dünyanın sonu gelse bile uyumaya devam edebilirdi. Sonuçta her
zaman bu kadar uzun ve derin uyumayı beceremiyordu.
“Madem öyle...”
Raimond sadece soğuk kumaşın
örttüğü köprücük kemiklerine değen yumuşak dudakları
hissedince ürperdi. Dudaklar hareketlendiğindeyse nefesleri
hızlandı. Evan tenini sanki dünyanın en lezzetli şeyiymiş gibi
yavaşça ama iştahla tadıyordu. Dişleri omzuyla boynunun
birleştiği yere değince gözlerini açtı.
Görüş alanına ilk önce
pencerenin dışından onları izleyen ağaçlar ve rüzgarla dans
eden beyaz tül perdeler girdi. Sonra içinde bir japon balığının
yüzdüğü yere konmuş akvaryum ve birkaç kitabı gördü.
Gözleri tembelce iyice yukarı çıkıp kar beyazı çarşaflar ve
onun kızarmış tenine eğilmiş kafada dolaştı. Evan'ın düz
sarı saçları altın gibi değil de güneşin ta kendisiymiş gibi
parıl parıl ve büyüleyiciydi. Raimond'un gözlerini açtığını
anlayınca başını ona kaldırdı, sigara dumanı kadar alacalı
gri gözleri bütün benliğini doldurdu.
“Günaydın.”
Raimond bu cennete benzeyen odaya
nasıl gelmişti? Burası ne onun dağınık, bira şişeleri ve
sigara izmaritleriyle kirlenmiş odasına ne de sadece kapı
aralığından gördüğü Evan'ınkine benziyordu. Sonra birden
bütün olanları hatırladı.
Ellerini Evan'ın deniz köpüğü
kadar beyaz omuzlarına yerleştirip onu kendinden uzaklaştırdı.
Gerçeklik o kadar fazlaydı ki içine sığmamış ve gözlerinden
taşmıştı. “Neden buradasın?” diye sordu titrek bir sesle.
“Sen beni terk ettin.”
“Önemli olan şimdi burada
olmam değil mi?” Evan ukala bir gülümsemenin yayıldığı
dudaklarını gözlerini ondan ayırmadan göğsüne kapattı. “Beni
sevdiğini duymak istiyorum.”
Göz yaşları akmak için neyi
bekliyordu bilmiyordu ama görüş alanını sevdiği adamın
hatlarını kaybedecek kadar bulanıklaştırmıştı. Yavaş yavaş
tenini öpmeye devam eden dudaklar karnında o tanıdık
elektriklenmeyi hissetmesine neden oluyordu. “Beni sevdiğini
söyle...” Odaya giren rüzgar beyaz tülleri bir kez daha uçurdu,
içerisi yeni açmış kiraz çiçekleri gibi kokuyordu. Güneş
ışınları o kadar parlaktı ki Raimond'un yeni uyanmış gözleri
acıyordu.
“Beni seviyorsun.”
Raimond göğsünden başlayan ve
kasıklarına kadar inen çizgiyi takip eden dille inlerken başıyla
onayladı. Onu seviyordu.
“Beni terk ettin.”
“Sana beni sevdiğini söyle
dedim.”
Evan'ın sesi şimdi saldırgan
ve asabiydi, tırnaklarını beline batırmıştı. Raimond başını
hayır anlamında iki yana salladığında göz yaşları
yanaklarından aşağı süzülüp ahşap döşemeye düştü.
“Beni terk ettin...”
“Evan!”
Raimond o kadar hızlı doğruldu
ki neredeyse dengesini kaybedip yataktan aşağı düşecekti. Göğsü
hızla inip kalkıyordu ve saçları terden sırılsıklamdı.
Altındaki çarşafı sıkan ellerini çözüp yüzüne kapadı.
Vücudu boğazından yukarı tırmanan hıçkırıklar yüzünden
sarsılıyordu. Evan onu bırakmıştı. Gitmişti. Maria ve kızını
alıp onu geride bırakmıştı. Hıçkırıkları o kadar
güçlenmişti ki zamanla öksürüğe dönüştü.
Yüzüne kapadığı ellerinden
birini yumruk yapıp kafasına geçirdi. Ona ağladığı için
aptaldı. Onu bırakıp giden birine ağladığı için aptaldı.
Onun için hiçbir şey hissetmeyen birine ağladığı için de
aptaldı. Dün neler demişti öyle? Bebeğe bakmak, ha? Raimond daha
fazla kendini küçük düşürebilir miydi? Kesinlikle hayır.
Hızla kafasına geçirdiği
yumruklar yetmeyince tırnaklarını bileğine gömdü, kanatana
kadar kendini tırmaladı. Kendine verdiği acının Evan'ın verdiği
acının önüne geçmesini umarak tırmaladı. Ta ki göz yaşları
kalp kırıklığı yerine acıdan akana kadar tırmaladı. Acı
geçici bir şeydi, ne de olsa insanlar gereğinden fazla arsız
yaratılmıştı; ama yaralar hep sancırdı. Evan onun kalbindeki en
derin yaraydı; asla iyileşmeyecek, asla iyi hissetmesine izin
vermeyecek bir yara.
Üstelik şimdi gitmişti.
Keşke ona layık biri
olabilseydi.
Tırnakları aralarına giren
etler yüzünden keskinliklerini kaybedince bitkin bir şekilde
durdu. Bileklerinden akan sıcak kan pembe güllü çarşafı
kırmızıya boyuyordu. Sakinleşmek için derin bir nefes aldığında
burnuna sabun ve portakal kokusu doldu.
“Evan tutkulu bir genç olduğun
konusunda beni uyarmıştı, ama bu kadarını beklemiyordum
doğrusu.”
Raimond başını sağa
çevirdiğinde hemen yanı başında oturan Devontae'yle karşılaştı.
Üzerinde bu sefer lekeli gri bir tişört vardı ve saçlarını
arkasında minik bir topuz yapmıştı. Ne zamandan beri oradaydı?
Kanayan bileğini utanarak arkasına saklamaya davrandı.
Devontae'nin koyu kahverengi gözleri bir anlığına bileğine
kaydıktan sonra kararına saygı duyuyormuş gibi onun gözlerine
çıktı. Yüzüne asıl tepkisini saklamak için duygusuz bir ifade
yerleşmişti.
“Biliyor musun, banliyöde
yaşamanın en iyi yanı kendi meyve sebzelerini yetiştirebiliyor
olman. May içlerinden böcek çıktığı için onları yemiyor ama
bence sen tatlarına bayılacaksın. Hatta istersen şimdi aşağı
inip birkaç şeftali bile toplayabiliriz, üzerinde çalıştığım
bir tablo için şeftaliye ihtiyacım var. O tüylü turuncu şeylere
küçüklüğümden beri taparım. Sence de çok güzel değiller mi?
Her meyve birer gün batımı gibi, sıcak ve aynı zamanda kadınsı
bir aromaya sahip. Bu yüzden bence şeftali en erotik meyvedir. Hey,
dur nereye gidiyorsun?”
Raimond Devontae'yi dinlemeyi
kesip ayaklanmıştı. Bu saçmalıklarla uğraşamayacak kadar kötü
durumdaydı. Şu an tek istediği şey en yakın bara gidip
parmaklarını hissedemeyecek kadar sarhoş olmaktı. Belki birkaç
hap bile bulabilirdi.
“Bunları dinlemek
istemiyorum,” diye homurdandı tişörtünü ararken. “Sırf Evan
öyle diyor diye sizinle kalacak değilim.”
Devontae de onun gibi ayaklandı,
yapılı ama fit bir vücuda sahipti. Yüzündeki çocuksu ifade
olmasa tehlikeli bile görünebilirdi. Ellerini siyah eşofmanının
ceplerine tıkıp gülümsedi. Pek çekici olmamasına rağmen güzel
bir gülümsemesi vardı.
“Bu oda May'in intihar eden
kardeşi Ray'e aitti. Salondaki resme nasıl baktığını gördüm,
onda kendinden bir şeyler buldun değil mi? May ve ben onu hayata
bağlamak için çok uğraştık ama başaramadık. O bu dünya için
fazla güzel ve kırılgandı.”
Ona yaklaşıp kanayan bileğini
tuttu. “Ama artık dersimizi aldık, beni atlatmak istiyorsan ukala
gülümsemeler ve kötü sözlerden daha fazlasına ihtiyacın
olacak.”
Raimond bileğini okşayan
parmağa çatık kaşlarla cevap verdi. Devontae'nin gözleri altın
iplikle süslenmiş gibi şefkat ve sevgiyle parlıyordu. Evan da
çocukken ona böyle bakardı. Onu çöplerin arasında bulduğunda
Raimond o kadar şaşırmıştı ki, bir insanın böyle
bakabileceğini o zamana kadar bilmiyordu. Ona gözlerin sevgiden
parladığını öğreten de unutturan da Evan'dı.
“Bunu neden yapıyorsun?”
diye fısıldadı yorgun bir sesle.
“Evan senin yaşlarındayken
hayatımı kurtarmıştı, ona bunu borçluydum.Ve tabii Ray'e de.”
Raimond bileğini sertçe çekip
onun yumuşak dokunuşlarından kurtardı. “Burada kalmayacağım.”
“Öyle mi?”
Raimond sonunda atletini
bulmuştu. Sigara kokusunun sindiği kumaş parçasını üstüne
geçirdikten sonra “Öyle,” diye homurdandı.
“Ben Evan'ın kölesi değilim,
sırf o istedi diye burada kalmayacağım.”
“Doğru, ben istediğim için
kalacaksın.”
Raimond kaşlarını çattı,
biraz önce duyduğu ses şu gülümseyen ve koca bir oyuncak ayıya
benzeyen adamdan mı gelmişti? Çünkü öyle birinden gelemeyecek
kadar sert, sinsi ve soğuk çıkmıştı. Zagreus'un külleri,
diye geçirdi içinden. O da benim gibi iki tarafın arasında
kalmış olmalı. Biraz önce yüzünde aptal bir gülümsemeyle
şeftalilerden bahseden ressam gitmiş, yerine yüz hatları korkunç
bir kararlılıkla dolmuş daha yaşlı bir adam gelmişti.
“Ne demek istiyorsun?” diye
kekeledi.
Devontae kanıyla kirlenmiş
parmaklarını tekrar onun bileğine doladı, etini lekeleyen yaralar
birer yara izine dönüşecek kadar geçmişti. Raimond şaşkınlıkla
bileğini çevreleyen siyah çembere baktı. Düz, ince çizgi bir
dövme gibi etine kazınmıştı ve Devontae'nin parmaklarının
altında obsidiyenden bir bilezikmiş gibi parlıyordu.
Raimond korkuyla nefesini tuttu.